20.08.2021

Kapadokya Güncesi - Ritm

Bu topraklara gelirken en büyük endişem hareketsizlikti. Cılkı çıkmış bir koşuşturmacanın karşısına konumlandırdığım bir hareketsizlik. Ve temel niyetlerimden birisi önyargıyla ataletle eşdeğer kılarak “her şeye rağmen” yeni bir yaşam formu oluşturan ruhlara ulaşmak, onların devingenliğini anlamaktı. Elbette buradan kendime, hedefime koyduğum akışkanlığıma yol bulacaktım. Fakat bu beklenti ve ön kabullerin berisinde gizli hareketsizliğimi göz önünde bulunduramadım. Bugünlerde bu nedenle “yaşam zehirlenmesi” dilime dolanıp duruyor. Malum çorbacılığıyla karaktere dönüşen dedemin, hayatının benim eriştiğim dönemindeki keyiflerinden başlıcası karşısına aldığı köyü öylece izlemekti. Bununla aynı doğrultuda sadece hakikat referansını bertaraf etmenin yetmeyeceği, bu kalıptan da vazgeçilmesi gerektiğini son senelerde ortaya koymuştum.

Şimdi önümde bir açmaz var; salınmak, sadece ve sadece salınmak ile amaca yönelik hareketlilik. Zihnim halen uslanmadan ikisi arasında pazarlıklara, kavramları söküp yeniden yaparak orta yol bulmalara girişiyor. Oysa en başta his ve düşünceyi kendime saklayarak paylaşmamanın mekanizmasına halen vakıf değilim. Yahut tersinden bir yaklaşımla “anlatmaya girişmek anlaşılma beklentisini nereye dek taşımalıdır?”. Salt salınmak zaten “değer” mekanizmasını alt üst edip gereksiz kılmaz mı? İçine girilen ve kendimizi bıraktığımız nehir misali akışın neresinde liman beklentisi, inşası olabilir ki? Acıktığında yenecek helvadan putlara tapmak, sadece günümüz yaşantısında değil götünü taştan ayırarak ovaya salınan insan hayatının açmazı değil mi?


Elimde bir mekanizma var; ol dediğimde kumanda hakimiyetim ölçüsünde şekilleniyor. Ama işte ona ol demeden, sadece oluşuna eşlik etmek ve hareketsizlik mesabesinde içe kapanmadan şekillenmek ne mümkün? Yoksa oluşum mu yaşamı zehirliyor ve hayatın kendisi beni bu şekilde bertaraf etme heveslisi oluyor?


Belki de en özetinde oksimoronca bir hal bendeki; cevap arayışıyla geldiğim bu diyarlara getirmemem gereken sorular var mı? Sormadan bu cevapları almam mümkün mü? Yoksa hiss-i badel vuku yine devreye girecek ve hikmetine ancak basra harap olduktan sonra mı erişeceğim? İşte “eyleyip gitmek” halen eteğime dolanıyor, arpa boyu yol alamıyorum. Ritmi tutturamamanın ötesinde, atonal diyarlara eremeden enstrüman elimde kalakalıyorum.

Cevabı olan beri gelsin dostlar.

3.08.2021

Kapadokya Güncesi – Toprağın Formül Hataları

Tüm gece bir Excel tablosu oluşturmak için sabahladım. Yazışmalardan, raporlardan ve sistem verilerinden derlediklerimi, on iki sütun ve yüzlerce satıra sığdırmaya uğraştım. Nihayetinde son iki haftadır onlarca ekip arkadaşımla didinip ortaya çıkarttığımız iş yığınını, bir veri tablosu haline getirmiş oldum. Böylelikle verilen emeklerin, sıradaki işlemler neticesinde ticari bir değere dönüşmesi mümkün olacak. Binlerce hücreden oluşan bu yapının nereden bakılırsa bakılsın aynı değerleri vermesi gerekiyor. Bu şeffaflığın önündeki en büyük engellerden bir tanesi hücrelerdeki formüllerin yahut formatların bozulması. Ufak bir hata, zincirleme bir şekilde diğerlerini de beraberinde getiriyor ve aynı çıkması gereken değerler yapısı bozuluveriyor.

Verimli bir gece geçirmenin tatlı heyecanı dinmeden misafiri olduğum toprak emekçilerinin sabah namazına kalkmalarını duyuyorum. Birazdan gün ışımaya başlarken yeni bir mesai başlıyor. Bugün, sabah sıcağı bastırmadan bahçedeki bir kısım asmalar ve ağaçlar sulanacak. Havalar bu aralar oldukça sıcak geçiyor. Mınnaklar ise harıl harıl bir üretim telaşında ve daha sık aralıklarla suya ihtiyaçları var. İhmal edildiğinde kuruyuveren yapraklar ve dallar suya kavuştukça tomurcuklara, fideciklere ve meyvelere duruyor.



“Veriler toplanırken” bir yandan da formül hatalarının temizlenmesi gerekiyor. Saksılarda birkaç sefer yalancıktan yaptığım “ot yolma” ritüelini bu sefer gerçekten yapıyorum. Nasıl çekmeliyim diye sormadan yanı başımdaki toprak bilgini, işaret ve orta parmağını gösterip bunların arasına kıstırarak çekmemi söylüyor. Çok geçmeden tavsiyedeki isabetliliği anlıyorum; baş ve işaret parmaklarıyla aynı işlemi defalarca yapmaya kalkmak ciddi ağrılara yol açıyor. Oysa böylesi hem daha pratik hem daha acısız. Aklıma Yoga duruşları geliyor. Toprakla her işlem varlığından bile haberdar olmadığım kaslarımın ayrı ayrı çalışmasını görmek gibi. Ve neresini ne kadar zorlayacağını iyi öğrenmek gerekiyor; bir ustadan yahut kendi bedeninden. Ve zindelik ancak topyekün bir şekilde bedeninin tamamını çalıştırdığında geliyor. Bellemekten dizin mi morarmaya başladı, biraz fasulye kır. Eğilmekten sırtın mı tutulmaya başladı, hadi seni uzana uzana meyve toplamaya alalım. Karşıma çıkan otları yolarken tereddütlüyüm; ya kökleri tam çekemez ve toprak altında bırakırsam? Değil mi ki bu arsızlar hele bir tohuma dursun, bahçenin dört bir tarafını kaplayıverirler. Bir de nasıl çeşit çeşit; arada çiçeğe durmuşlar bile var. Yeşilin hakimiyetindeki bu rengahenkliğe hunharca kıyar, son nefeslerini vermek ve akabinde gübre olmak üzere etrafa saçarken insanlığımı düşünüyorum. Dağdan bağ yapma telaşındaki ilk versiyonlarımdan, aradaki binlerce yıla rağmen hiç de uzak değilim. Kendi halinde bambaşka serüvene dönüşecek bu yaşam alanını çitle çeviriyor ve sadece “benim” istediğimce gövermesini istiyorum.






Biteviye parmaklarımla otları çekerken kiminin kökü, bulunduğu toprağın hafifliğiyle de orantılı bir şekilde çıkıverirken kimisi oldukça zorluyor. Bazısı kıvrım kıvrım kendine toprak altında yol bulmuş, saçaklandıkça saçaklanmış. İnatçı ve muhteris. Tersine “af edersin” desen bahçeden toplanıp gidecek denli naifçe tutunmuş olanlar da var. Bilge bir yandan sadece mekanla değil zamanla da nasıl oynadıklarını anlatıyor. Beher mevsim ve ayda dalgalar halinde geliyor keratalar. Tertemiz ettiğini sandığın bir alanda, sırası geliverdiğinde pıtırdayıveriyorlar. Yahut iklime en ters dediğin bir zamanda bazı türleri seni faka bastırıp seriliveriyor toprağa. Yine insaniyetime pay biçmeye başlayınca yutkunup duruyorum. Köklerimin ürkekliği geliyor aklıma. Tam artık aidiyetimle buradayım dediğim demlerde sürgün yeyişlerimi hüzünle anıyorum. Fakat işte ben de arsızca saldırıyorum hayata. En narin yerlerimi güçlendirdikçe savruluşlarım en olmadık yerlerde, ne bileyim ahir ömrümde, işte şu bahçede bulduruveriyor kendimi. Ne beni güçlenmek zorunda bırakan şartlara ve insanlara ah ediyorum ne de kendi acziyetlerime veyl ediyorum. Yoruldum ve açıktım diyorum. Zaten güneş de hepten yakmaya başladı.


Kahvaltı için eve geçerken elimde iki yeri şefkatle öpüyorum. Ufacık bir su toplama başlangıcıyla minnacık bir nasırımsı. Fakat bunlar formül hatası değil. Tersine toprağa ve yeşile bulanarak ihya olan “revize” değerlerim.


31.07.2021

Oyuk – Sözsüzler Tekkesi - Yüzleşme

Bir sabah yüzüme vuran gün ışığıyla uyandım. Henüz kendime gelemeden kapının aralık olduğunu ve hücremde yalnız başıma olduğumu fark ettim. Ne zamandır burada olduğumu düşündüm ama bir yere varamadım. Sonra her gün kapı eşiğine ısrarla bırakılan somunlardan anlamak için bir heves bakındım. Heyhat günümün biricik işteşliği olan karıncalarla yemek paylaşmamı hatırladım, duraladım. Buradaki her günümde, biz insanların ancak birkaç yüzyıl sonra akıl edeceği cumhuriyetçilikle seferber olan bu varlıklarla azığımı ve suyumun yarısını paylaşıyordum. Şaşmaz bir nizamla bana yeni bir günün başladığını yüzümde gezinerek duyuran bu biçareler yılmaz bir gayretkeşlikle arayışa girdiğinde gözlerimi açıyordum. Kapı eşiğinde bulduğum ekmeği, beher zayıf bedenlerinde güç getirmeyecek denli ufalıyor ve yine her gün tazelenen tastan aldığım bir yudum suyu kendime azık edip diğer yudumu eşik taşına onlar için bırakıyordum. Sonrası zifiri karanlık yeniden çökene değin zifiri bir hareketsizlikti. Zihnim ilk günlerde mütemadiyen olan ve olmayanlar üzerinden beni kışkırtıp durmuştu. Fakat zamanla düşünce, yolunu şaşırıp hücreme giriveren ve aynı hızla uzaklaşıveren böcekler ve mahlukatlar gibi beni terk etmeye başladı. Söz, zaten söz konusu değildi. Dünyanın tüm keşmekeşinden uzakta öylece duruyordum. Bir şeyi beklediğim, bir hususu düşündüğüm yoktu. “Yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyor”dum. Rüyasız kesif bir uyku, sabah yüzümü karıncalandıranlar, yeni günle kutsanışım ve yeknesak bir hareketsizlik, karanlığın hücreme doluşu, karanlığın tümden beni ele geçirmesi ve uykuya teslimiyet. Oysa nefesim hiç durmuyordu. Burnumdan ve ağzımdan mütemadiyen bedenime doluyor, onu hayatiyetiyle şişirip canlandırıyor, tüm hücrelerime varana değin dolanıp sonra aynı usulde sakince çıkıp gidiyordu. Benim bir şey yapmama gerek yoktu. Tıpkı yeryüzünde salınmak için yapmama gerek olmadığı gibi. İçgüdülerime mahkumiyetimle mücadeleye girişmesem çoktandır olacak bir seyri ben ancak şimdi tadabiliyordum. Bazen daha derinden, ciğerlerimi tümden dolduran bir nefes yolculuğumun başında bir çobanın söylediği deyişle bünyemi sarıyordu; “Kimi bulduğunda yer, bulamadığında şükreder. Kimi bulduğunu paylaşır, bulamayınca şükreder. Belli ki sen hiçbirisi değilsin”. O anlarda şifam yine onun sözleriyle geliyordu; “Bu da geçer ya hu”. Evet, geçiyordu. Neyin geçtiğini bilmiyorum ama bedenimi tekrar ve tekrar hayata bağlayan nefesim gibi bir şeyler mütemadiyen geçiyordu. Sadece ben dışarıda değildim ve düşünceyle sözden azade olmuştum. Fakat şimdi oturduğum taştan beni kalkmak zorunda bırakan bir şey vardı. Kapı aralanmış ve azığım kesilmişti. İşin kötüsü ovada dolanarak, hemcinslerimle ve nefeslenen diğerleriyle temastan yorularak buraya gelmiş, sığınmıştım. Bu benim bir kapıdan ilk kez kovuluşum değildi ama son olacaktı. Olmalıydı. Kalktım, yürüdüm. Oyuk – Sözsüzler Tekkesi - Yüzleşme Temkinli adımlarla hücremden çıktım. Etrafta kimseler yoktu. Birilerinin olmasına şaşırmayacağım bir yerleşim yerinde olduğum kesindi. Fakat uzun zamandır buralara kimselerin uğramadığı da kesindi. Oysa bu terk edilmişliği hak etmeyecek kadar zamandır içeride olmadığımı bir şekilde biliyordum. Evet, burası buyur edildiğim avluydu, şurası üzümlerin işlendiği kovuklardı, hemen oracıkta üzüm bağları vardı. Hepsi hemen önümde duruyordu. Ama yıllardır herhangi bir insanın buralarda yaşamayı bırak gezinmediği kesindi. Sonra mezarlığa gözüm ilişti; ilk geldiğimde bir yaşam alanın bu denli dibinde olmasına şaştığım mezarlığa. Üzerlerinde otlar bitmiş, birbirine girmiş toprak yığınları olmasını sadece taşların ayırdığı bir hale dönmüşlerdi. Artık kesinlik ve emniyetten yoksun olduğumu o an anladım. Bir zamanlar bu topraklarda doğduğumdan, uzak diyarlara ilim ve irfan peşine düşüp yollanmamdan, bitmesi mümkün olmayan bir eseri yazmaya koyulmamdan, kendimi inşa ettiğim memleketten sürgün edilip çocukluk hülyamın hikmetinin peşine düşüp onlarca diyar gezmemden de artık emin olamayacağım bir andı. Bir yandan yılmaz bir asudelikle güven iklimindeydim. Ne bir soru ne bir tedirginlik hissediyordum. Bir yandan da bu topraklara ahir ömrümde gelip yeniden o rüyayı gördüğümde hissettiğim endişeyi, yaşayageldiklerimin aslen bir hayal olduğu korkusuyla titriyordum. Aşina bir refleksle yürümeye başladım. Düzlükler engebelere, engebeler tepelere döndü. Gün henüz akşama varmamıştı ki bir tepenin ardında birden doğduğum memleket belirdi. Nefesim tıkanana değin hızlanarak oraya varmak için acele ettim. Neyin rüya neyin gerçeklik olduğunu bana ancak oradaki oyuk söyleyebilirdi. Köy olmasını beklediğim sınırlara yaklaştığımda titremem daha da arttı. Çünkü bu diyarlarda yüzyıllardır kimselerin gezinmediği kesindi. Evet, burası çocukluğumdan ancak bir gününü hatırladığım, sürgünlüğümde yeniden ziyaret ettiğim o topraklardı. Fakat hatıramla kesişen mekanın ötesinde bir zaman kayması vardı. Tarumar olmuş bahçelerden ve anlamını yitirmiş meydanlardan koşarak aşinalığın sunduğu emniyet hissine yol aldım. Nihayet tepesinde türbeyle karşımda dikilen tepeciği tırmanmaya başladım. Sadece ve sadece oyuğun orada olmasını umuyordum. Ancak eğer ona ulaşabilirsem his ve düşüncelerimin birer fanteziden ibaret olmadığından emin olabilecektim. Nefes nefese doruğa vardığımda girişi görmemle içimi bir huzur kapladı. O an, buraya ilk çıkışım ve sonrasında yaşadıklarım tümden gözlerimin önünde canlanıverdi. Bu öyle güçlü bir canlanmaydı ki yaşadıklarım haricinde tüm diğer olasılıkları, her tercihimin farklılığında yaşanabilecekleri de içeren bir gerçeklikte bana duyuruyordu. Eğer o gözlerimin önüne seriliveren eşiği geçip içeri girebilirsem tüm olan ve olmayan hükmünü yitirecek, eriştiğim sözsüzlük makamının dahi varlığını unutabilecektim. İşte bu minvalde önünü otların, girişini örümcek ağlarının kapladığı oyuktan içeri girdim. Orası benim tüm kerterizlerimden kurtulup neyin sancısını çektiğimi bilmeksizin yaşadığım ızdırapların cevabı, hakikat kapım olacaktı. Olmalıydı. Tekrar ve tekrar bulup kaybettiğim, aslen hiç erişmediğim yüzüme vurulan makamların ötesinde bir gerçeklik olmalıydı. Tüneli geçip açıklığa henüz varmıştım ki bir zamanlar tekrarla rüyamda gördüğüm sahnenin içerisinde olduğumu anladım. Sağ başımda Sarı derviş, sol yanımda Deli Fadıl ve tümden ahali halka olmuş meclisteydi. Ben ne huzura kabul edilmiş ne dışarıdaydım. Tam karşımda benden bir suret bana gülümsüyordu. Onun yanı başındaki Teşrifatçı Kahya, bakracına doldurduğu sudan bir yudum alıp yanındakine uzattı. Beni ve bir zamanlar yerinde yer aldığım zatı es geçen seremoni tastamam yeniden tekrarlandı. Bu sefer yadırganma hissetmeden, kendimi bildim bileli bir eşikten adım atamayan ben son bir hamleyle halkadaki boşluğuma kuruldum ve huzurla oturdum. Artık rüyanın, hülyanın ve gerçekliğin birbirine erdiği bir demdeydim. Kendimi bırakabilirdim. * Gözlerimi açtığımda oyuğun içerisinde ben ve hep ben olarak yaşadığım o diğer zat vardık. Oyuğun duvarına yaslanmış, girişte beliren yaşam vesilemiz Erciyes’e bakıyorduk. İnsan evladının atlar ve diğer mahlukatla yeryüzünde huzur içerisinde yaşaması için kendisini bu toprak altındaki oyuğa hapsetmişti. Ve şimdi nöbeti ben devralmalı, onu özgür bırakmalıydım. İkizim, biz ve insanlık namına dışarıda dolanırken ben bu oyukta, ahir ömrümde varoluşumuzun kırkta bir vebalini omuzlarımda taşımalıydım. Artık huzur içesinde, bir gün insanlık ejderhadan beter bir düşman karşısında yeniden oyuklarına sığınmak zorunda kaldığında onlara kurtuluş yolunu öğretecek metafizik uflazyen’i tamamlayabilirdim.

Oyuk - Röportaj - Vesselam

- Neden 1400ler? - Ben Türk ve İslam İstanbul’unun içerisinde kendimi buldum. Evet, asli kökenim üst kuşağımda yüzyıllardır Erciyes eteklerinde bir köydendi. Bense eğitim ve memuriyet vesilesiyle bir Ege şehrinde doğup büyümüştüm. Ama kendimi buluşum ve inşa edişim o bahsettiğim fanzatmik, varsayımlar diyarı İstanbul’da gerçekleşti. Zaten ayağıma takılan taş altın değil Doğu Roma’dan başlayarak medeniyetler silsilesinin bir parçasıydı. Haliyle kendimi bulduğum yerde, kendiliğim kadar o anlam ve mana dünyası da pul pul dökülmeye başlamıştı. Ben Orta Asya’dan başlayarak bir yerde tutunamadan sürüklenen bir neslin devamıydım. Bu yanıyla kendilik, köklenip aidiyet atfından ziyade orada, o an bulunma anlamı taşıyor. Bir yandan duygu dünyamda da bu zamanda tutunmakta zorlanıyordum. İlk gençliğimde mütemadiyen nefes alma alanımı 1800 sonları, 1900 başlarına referanslıyordum. Bir yanıyla yüzyıllar kırılması üzerinden kendimi konumlandırırken aslında yaşamın içerisinde zımmen var olan o dönüşümün eseri olmayı sindirmek istiyordum. Tutunma telaşı ve kendilik atfı, olsa olsa zamanın çarkları arasında ufalanıp gitmemeyi sağlayan bir bağlaçtı. Haliyle burada ve bu zamanda olmak bireysel tercihleri öteleyen bir dönüşüme teslimiyetle söz konusu olabilirdi. Başta sevme ihtiyatım olmak üzere neredeyse tüm konumlanışlarımda yaşadığım devrin insanı olmakta zorlanıyordum. Ancak bir önceki emniyetli limanlara demir atmak beni rahatlatabiliyordu. * - Burada bir de İstanbullu olmayan İstanbulluluk devreye giriyor sanırım? - Evet, hakkınız var. Zira yine ilk gençlik öykünmelerimde bu şehrin köylüsü olmak, hele ki yine o takıntılı olduğum devirlerde bir boğaz köylüsü olmak çok baskın bir şekilde karşıma çıkıyordu. Kendimi zaman ve mekandan münezzeh kıldığımda buluverdiğim yer muhakkak İstanbul’un taşrası yahut kırsalı oluyordu. Kadim iki dostumun Rumeli Kavağı ve Darıca kökenli olmalarına şaşırmıyorum. Üst soyları nicedir buralarda kök salmış bu iki insan nazarımda en İstanbullu iki karakterdir. Şehrin içerisine hiç ayak basmamasına karşın kendisini zorunlu sürgününde has İstanbullu olarak tanıtan kahramanımı da o yüzden ayrı severim. Bedestenleri, hanları, saraylarıyla başlayarak o ihtişamlı yapılar ve alanlarıyla Şehri büyük bir iştahayla anlatan bu biçare, kim bilir Feriköy sırtlarında yahut boğazın isimsiz bir köyünde hayata tutunmaya çabalarken, orada yaşayanlardan daha fazla bir şeyleri içselleştirdiği için kendisinde söz hakkı buluyordur. * -O zaman mesele aidiyete çıkmıyor mu? -Elbette; zaten var oluşun, kendi olmanın dayandığı yegane yer de burası; bu fantazmik dünya. Kendini bir değerler atmosferinde inşa ediyorsun ve zaman ile mekanın seni yalancı çıkartmamasını sağlayacak sair unsurlara müracaat ediyorsun. Aslında kendi sağlamanı baştan vaaz ettiğinle sağlıyorsun. Bu yüzden yüzyıllardır aynı topraklarda yaşamakla bir yerde kök salamadan sürüklenmek Oyuk etrafında aynı yere çıkabiliyor. Bulunduğun yere mıh gibi saplanıp kalmakla lalettayin bir sürüklenişte tutunacak dal bulamamak, manayı bulduğun an kaybetmeye mahkum olmak hikayeyi ortaklaştırabiliyor. * -Sanki bu ortaklaştırabilmek de gereksiz yere yıldızlaşıyor? -İşte burası meselenin bende emanet kaldığı ve ehlini henüz bulamadığım bir nokta. Çünkü bu da bir varsayımlar zinciri. Yapılan her hamle, deyiş, önerme onu sağlamlaştırma yahut boşaltmaya yönelik oluyor. Zannımca zaman ve mekan esaretinden kurtulmadıkça yol almamız mümkün olmayacak. “Oyuk” sonrası “Delik” işte tam burada hikayeleşmeye başlıyor. Meseleye “yeryüzü yaşanması, salınması gereken bir yerdir” veçhesinden bakmamızı belki de bırakmamız gerekiyor. Transparan bir şekilde yer üstü ve altını ele veren oyuk aynı zamanda bir delik de. Ejderha atalarımızdan başlayarak belki de asli topraklarımıza, yer altına dönmemiz gerekiyor. Hani o karanlık ve dehlizleriyle hayatiyet aleyhtarı kıldığımız diyarlara. Bilhassa yapay gerçekliğin, hakikati galebe çalar göründüğü böylesi bir çağda etten ve kemikten telaşına düşmek saçma değil mi? Muadilin muadilini inşa edebildiğimiz bir dönemde, bizi karanlığa mahkum edecek delikler aramak yerine gözlerimizi kamaştıracak ışığı engellemek adına deliklere karşı durmamız gerekmez mi? * - Bu gereğinden çok bir iyimserliği işaret ediyor olabilir mi? - Hayır. Tam da bu nedenle “ihtiyatlı iyimserlik” çağrısında bulunmamız gerekiyor sanırım. Elimizde olanlar değil, karşı karşıya olduklarımızla ancak konumlanabiliriz. Bir yanıyla dönüşüm başta olmak üzere elimizde pul pul dökülenlere karşı icap ederse çıpayı birkaç değil beş altı yüzyıl öncesine, 1300’ler olmadı 1400’lere yahut ondan bir önceki hakikat buluntusuna tutturarak oradan hareket etmeliyiz. Hareket olmadıkça çürüyüp kokuşacağımız kesin. Bendine sığmadığımız takdirde lalettayin bir sürüklenişe mahkum olacağımız da. Anlattığınız hikayeler kadar söylemlerinizin havada kaldığına ne buyurursunuz? Tüm bahsettiklerimizin bir yerlerde patinaj çekmemesi ancak hikayemin kusurudur. İşte bu nedenle on beş yüzyıllar öncesine tarihlenebilen yapılara, Nevşehir’den başlayarak Kayaşehir’lere itimat ediyorum biz kendimize, kendimizce kendimiz olarak hikayeler anlatıyoruz. Medeniyet, teknoloji, bilim ve sair tüm enstrümanlarla da bunları emniyete almaya çabalıyoruz. Ama işte bizler yeryüzü keşanesinden korunmak için oyuklar inşa eden yahut yeraltı dehlizlerinden kurtulmak adına bir delik açmaya çabalayan biçareler olduğumuz gerçekliğini değiştiremiyoruz. En azından uflazyenefendinin metafizik inşası yahut fantazma diyarına bu satırlarla mahkum oluyoruz. * -Vesselam -Vesselam

15.07.2021

Kapadokya Güncesi – Metropol - Şehir - Taşra - Kırsal


Kendimden yana sevdiğim bir detay üst soyumun yüzyıllardır köyde yaşarken ebeveynlerimin eğitim ve mesleklenme marifetiyle şehre taşınması, benim de yine aynı yolu izleyerek otuz sene öncesinde metropole yuvalanmam. Değil mi iki yüzyıl arasında köprü olan bir kuşağın mensubuyum ve küreselleşmenin dolu dizgin seyrettiği, kırsalın ferahfezalığından “ikbal” uğruna dar beton bloklarına sığınan kitlesel göçün bir neferiyim. Hem de tarımın, otantisitenin, yerelliğin bir o kadar önem kazandığı ama nasıl görüntü, tat ve deneyim sunduğunun ne olduğunu galebe çaldığı bir çağda. İnsanın kendi soyuna ve doğaya ettiklerinin bir uzantısı olarak pandeminin dünya nizamını sekteye uğrattığı böylesi bir dönemde, planlarımda ve olanaklarımda olamayacak bir şekilde birkaç aylığına üst soyumun neşet ettiği bu topraklardayım. Bu aynı zamanda bana şahsi hikayem kadar bir yüzyıldan diğerine dijitalleşerek dönüşen serancamın da kesitini alma, analiz edip deneyimleme imkanı sunuyor.
Geri planda devasa bir problematik; İnsana temayülüm nereden kaynaklanıyor? Neden çoğu zaman anlama telaşımı anlatma hevesim baskılıyor? Şehrini ilk defa gönüllü terk etmiş halimle kendindelik neden beni bu kadar zorluyor? Bir yandan yerinde kalmanın, şehrin medenileşmeye teşne etkileşiminin olmadığı bu diyarları ve benzerlerini, ebeveynlerimle beraber çağcılım milyarlar boş yere bırakıp gitmiş olamaz. Ama geçici otağımı kurduğum bu ilçenin bile dehşetengiz beton ve asfalttan yayılımı, küresel ölçekte sergilenen çok küçük bir bozuşum bile tahammülfersa değil mi?
Bu nedenle kendiliğimin “Oyuk” hikayelenmesinin arka planına Ürgüp’ten başlayarak beraber bakalım isterim.

30.03.2021

03440428 yahut ekmeğin sıcaklığının bereketi
çürüyoruz mütemadiyen o zaman kayıt altına almalı temalı telaşesinin, gaz halinin (ki buna manisa gecelemeleri ve mektuplamaları ne kadar da ta evvelinden dahil) 77 videoyu kaç dakikaya düşürebilirim hesaplaşmalarının yatağım altında bir değil nice bezelye tanesinin bulunduğunu itiraf ve farkındalıkla, selçuk-meryem-dilo dolanmalarını mı notlasam, iki gece evvelsi misal çorbacı dedeme mi yine yeniden heveslensem temasına dönüşmesi, araya henüz yutulmamış dağbaşı saydeliği/teyzeliği, şehir öykücülüğü nohutlarını da içerir bir hercümerçle, “notlamalı” (bkz yan sayfa; telaşesininhesaplaşmasınınfarkındalıkladönüşmesi) sabah(tan) geceye sayfalarına dönüverdi. kim bilir belki de rövanşla uzun cümlelere dönmeli yahut ekşi(miş) metafof kavramsallaştırmasına dönmeli. hüseyin+teyze+ert üzerinden aidiyet/çürüme/mekan/illiyet ilh bir kenara dinamik/akışkan olmadığı için ailenin suçlanması da var heybede kağanırmakgille başlar gsüfels hasbihalleri de kaçan oruç yanında “sen sadece şakı” bakmak/dinlemek isteyen beri gelir, elli dinamizmini (yine yeniden) hediye eder peyami. bitmeyen cümleler yahut sorular arifesinde (yalandan/kuzgundan da olsa) “tıpkı dayısı” ilk hitabının pohpohlanması unutulmamalı. “beynim yanıyor, beynim” artizlenmesi veya “bak abası ama yönetemeyicilik hikayemi ‘başkası adına karar almak angarya talimi değildir’ üzerinden (de) anlatabilirim”cilik. elimde a.rasimler/aht’ler istanbulu/şehri yok. zaten artık modernizm&muhafazakarlık konuşulmuyor ki bu hızlı akışta/döngüdecilik. beynin erekte olmamış bir çükten sızan meni misal sızdırması bunlar yahut offan/70ky/… fanzinlerini de katarsak “dere taşları” ki kaybın-kaybolmanın/çürümenin de şifasıdır. yazarlığın tillahıdır bu sayfalar. “yazmasam ne olur” yazısını bul da selçuğa 3 kanaldan çalış. arada “emaneti ehline”cilik çoklu göndermesi edelim ama. şükür, aklımı oluyor beş sene önce yedim de piskiyatırdan kahve teklifim vardır. ve yeniden muayene olsam ne güzeldir. zira her bir şeyin bir yerlerde muhakkak kaydı vardır ve ne ne güzeldir malzeme bulmazkene malzemeden şaş olup kayıp tüm nesneleri çirkefçe birden yatak altında bulmak. haydi o zaman bonzos montreux’yü ve evvelsi günü gördüğüm peçeteyle “savaş meydanında, göktürk/… sırtlarında betondan asker gibi dikilmekle bir selam çakalım. ve dahi ekleyelim “mertçileyin bir dille” ve utanmazca/hak edilmemiş “hadi bir de at çenesi ver” bakayımcılık edip beş-on senedir diş geçirilmeyen & yazısı hala ve hala çatılmayan serkancığımın iki aradalığına bağlayalım. ah ne de güzel onlarca ilmeği ortaya serip hepsini birden ilikler gibi “yıldızlardan şiir çekmesi, ellisi birden “şeffaf/çağdaş-çağcıl belki-/akışkan/odaklı” kerteriz etmesi. bak beyin nasıl da tekliyor değil mi onca şirazeyi [bak sözlüğe de öğren bu kelimeyi diyeceğim ama buraya mı dönecek yoksa diyet isteyerekten miadan disiplinliliği mi öğreneceksin sanki (araya sedefi nereden/nasıl sıkıştıracaksın, sinemde onca yarayla? ki sen değil miydin marketteki ya yeniden karşıma çıksaydı diyen)] beş parantez birden kapatırcasına/kapatmışçasına övünürken. oysa hikayeden sanata ve oradan da “dönüşüm/devinim beraberinde üretimi lalettayin (kırk mı bu şimdi) getirircilik” ne parantez oldu ne izah. yoksa biz yeniden kavramlar ve dahi fanteziler mi dersek? ol dediğinde olacak zehabında (bunu da öğren, ekşile e mi sanki okuyacakmış gibi ve bağımsız parantez illetinden kurtul zira “bir cümle kurmaktır yaşamak” tıpkı asude (değil mehlik) bir tercihler diyarında yol almaktır) Δ’cılık oynamak ne demek? elbette ki yunan Δ’ları misal bir yaparken beş bozmak da olabilir (iki lokma yese sızıverecek misal) arsız çocuk(luğundan utançla kendisi değilmiş gibi parantezlerin gözünü patlatır) yüzleşememesi de. yalnız güzel oldu değil mi olric, yok yahu gelemeyecekken godot sen nereye tutunacaksın deyip kendi içre sorulara da dönülebilir. yahut en anlamsızından bir resim misali kelimelerle yemiş misali oynayıp deliliği saman sarısı bir düşte hem de vangogudur-pikassosuduruna girmeden, koca kozmosta ruh eşini ararken cesur/samimi/güvenilir onyedi yaşına rastlar ve susarsın. gerektiğinde konuşmak, bezelyeden göklere kat çıkmak için.

3.10.2020

Tatlıcılar Tekkesi

Ekili alanları, orada çalışanları geçip ana binaya doğru yürüdüm. Onlarca kişi özenli bir çalışkanlıkla kendi işiyle meşguldü, beni umursayan yoktu. Nal şeklinde büyükçe binanın önündeki avlu meyve ağaçlarıyla, sebze ve çiçek tarhlarıyla bezeliydi. Merkezde büyükçe bir giriş ve avluya bakan duvarlarda pek çok kapı vardı. Binanın bir yanında işlikler diğer ucundaysa mutfak gereçleri vardı. Mutfağa yöneldim, kapıda beni karşılayan ihtiyar şöyle bir süzüp elimdeki kırbayı aldı, girişin yanındaki taş oturağı işaret etti, oturdum. Birazdan elinde sıcak süt ve çörekle geldi, elime tutuşturup geri döndü. Sütten bir yudum aldım ama çobanın dedikleri aklıma gelince durdum. İçeri girip çıkanlar, bir şeyler taşıyanlar hummalı bir hazırlık içerisindeydiler. Gözlendiğimin farkındaydım ama kimsenin bakışını yakalayamadığım için harekete geçemiyor, orada öylece oturuyordum. Derken uzunca boylu, üstü başı özensiz sarıca bir derviş gelip hoyratça omzuma vurup peşi sıra çağırdı. Davranışları ve sözleri de en az kıyafetleri kadar hoyrat ve yabaniydi. Kiler benzeri bir odacığa girip bir peynir tulumunu yüklendik. Kaşla göz arasında ama fark etmemi de umursamadan irice bir dilimi kesip kuşağına sokuverdi. Sonrasında kendimi günler sürecek bir hengâmenin içerisinde buldum. Beni Sarı’dan başkasının görüp işittiği yok gibiydi. Onun yamağı olmuştum. Ortalığı toplayıp süpürüyor, bulaşıkları yıkıyor, mutfağın her türlü işine koşturuluyordum. Sabah gün doğmadan uyanıp ustam paydos verdiğinde onunla paylaştığım kilerin hemen yanındaki hücreye çekilene değin gün boyunca çalışıyordum. Yüze yakın olduğunu tahmin ettiğim boğazı beslemek için koca kazanlarda sürekli bir şeyler pişiriliyor, bir yandan kışa hazırlıklar yapılıyordu. Henüz mutfak çevresi ve hücremin dışında bir yere adım atmamış, ancak arada yemek yemeye gelen dervişleri ve hazırlananlarla boş kapları taşıyanları görmüştüm. Etraftaki herkes hummalı ama düzenli bir döngüde kendi işini yapıyordu. Bu muazzam ahenkte sadece iki husus beni rahatsız ediyordu. Sarı bazen yanına bir iş için gelenlerle kaş-göz işaretiyle yahut duyamadığım fısıltılarla bir şeyler paylaşıyordu. İlk gün beni karşılayan ve mutfağı yönettiği aşikar olan ihtiyara duyurmamaya özen gösteriyordu ama ne beni ne de bir başkasını umursadığı yoktu. Bu umarsızlığına neredeyse kilerden çıkan her malzemeden aynı ve belirli bir oranda alıverdiği kuşak hakkı da dahildi. Bir de bazı geceler usulca yatağından kalkıp akşamdan hazırladığı çıkınını kuşanıp saatler sonra gelmek üzere hücreden çıkıyordu. Yedinci günün sabahına daha erken ve iştiyakla uyandık. Yemekler bugün daha özenle ve fazlaca pişiriliyordu. Ayrıca diğer günlerin aksine çeşit çeşit tatlılar hazırlanıyordu. Öğleden sonra ahali yavaş yavaş gelmeye başladı. Konuşulanlardan anladığım kadarıyla daha ziyade ovada yaşayanlardı ama aralarında komşu yörelerden gelenler, tüccarlar, gezginler ve yolu buraya düşenler de vardı. Beni bahçenin girişine dikip elimde tepsi her gelene bir tatlı ikram etmekle memur etmişlerdi. Gün devrederken sofralar kuruldu, yemekler yendi. Güneş battığında ziyafet sona ermiş gelenler birer ikişer yola koyulmuştu. Günlerdir zaten ağır bir tempoda çalışıyordum. Bugün ise bitmek bilmiyordu ve daha sofralar toplanacak, bulaşıklar yıkanacaktı. Etrafın toplanması, gelenlerden bazıların getirdiği erzağın yerleştirilmesi derken daha saatler sürecek iş vardı. Yorgunluğun da etkisiyle yeniden bir hüzün boğazıma dizildi. Ağlamak üzereydim. Burada ne yapıyordum? Oyuktan çıktığım ve buraya geldiğim günden beri hiç sormamıştım bunu. O sırada etrafta bir telaş baş gösterdi. Ardından pirin ilk defa binadan çıktığını gördüm. Mutfak sorumlusu ihtiyar yanında el pençe ona eşlik ediyordu. Etrafı süzerek yanımıza dek geldi. Yanağıma şefkatle dokunup bahçede gezinmeye devam etti. O an tüy gibi hafiflediğimi hissettim. Sarı dışında ilk kez varlığım fark ediliyor hatta onurlandırılıyordum. Biraz önceki yeis ve şüphelerim yok olmuştu. Bu minvalde haftalar geçti. Yine orada yoktum, sabahtan akşama değin sürekli çalışıyor, haftada bir taltif edilmem dışında ve Sarı hariç kimse tarafından umursanmıyordum. Biraz da bu gölgede kalışımın rahatlığıyla etrafı gözlemlemeye daha bir özen gösterdim. Hala mutfak, kiler ve hücre üçgeninden de kurtulmuş değildim. Çok az konuşuluyor, şaşmaz bir ahenkle dergahın ve etraftaki bağ bahçelerin işleri hallediliyor ve haftada bir misafirler ağırlanıyordu. Dervişlerin bazıları akşamları pirin huzurunda meşk ediyordu. Sadece işçilik edenler de vardı. Bir de binanın arkasında kalan hücrelere çile çekmeye girenler oluyordu. Onların yemeği ayrıca günde bir kere hazırlanıp gönderiliyordu. Görünüşte kimse kimseye karışmıyor, herkes istediğince davranıyor görünüyordu. Ama ihtiyarın çilehanelere gönderdiği tabakların her birini farklı hazırlatmasından herkesin bir kurallar manzumesinde hareket ettiğini anlaşılıyordu. Sadece Sarı pervasızca davranıyor, başta kuşağına sıkıştırdığı erzaklar olmak üzere arada kendi kafasına göre işler yapıyordu. Dervişleri heyecanlandıran yegane üç olay vardı; pirin huzurunda meşke katılmak, çilehanede inzivaya çekilmek ve semaya çıkmak. Haftada bir verilen ziyafeti hiçbirisi umursamıyor görünüyordu. Bana sunulan sınırların dışına çıkmaya hiç yeltenmedim. Ama birileriyle konuşmak, hele pirin dikkatini çekmek için can atıyordum. Fakat nedense burasının bana kapalı olduğunu biliyordum. Çilehaneye gönderilmekten de ödüm kopuyordu. Sıklıkla rüyamı hatırlıyor, orada bulunanları ve sorularıma cevap verecek kimseyi merak ediyordum. Dertleşememek büyük bir dert olmaya başlamıştı. Bu nedenle dervişlerin fısıldaşarak bahsettikleri semanın peşine düştüm. Bunun sorumlusu Sarı’ydı ve büyük bir gizlilikle hareket ediyordu. Birkaç kere sormaya yeltenecek olduğumda o pis sırıtışıyla beni geçiştirmişti. Bir gece tam uyuyacakken Sema’ya hakikaten çıkmak isteyip istemediğimi sordu. … Neredeyse hiç gözümü kırpmadan ve heyecandan zerre kıpırdayamadan yatağıma uzandım. Geçmek bilmeyen saatler sonrasında beni dürtmesiyle yataktan doğrulup Sarı’nın peşine düştüm. Ayaklarımızın ucunda tekkeden uzaklaşıp tepeye doğru çıkmaya başladık.

Oyuk - Yola çıkış

… Bütün akşam zihnimde oyuk vardı. Oraya gitmek için can atıyordum. Ahaliyle vedalaşıp yatağa uzandığımda kalbim heyecanla çarpıyordu. Uyumam kolay olmadı ama sonrasında deliksiz ve rüyasız bir uykuya daldım. Ertesi sabah içimdeki heyecan hiç azalmamış bir şekilde birden uyandım. Hemen toparlanıp gün doğmadan köyün tepesine doğru yollandım. Etraf henüz aydınlanmamıştı ama oyuğun girişini rahatça buldum. Önündeki çalılardan yakın zamanda kimsenin buraya gelmediği belli oluyordu. Başımla az yukarıdaki mezarı selamladım ve zaten fazla olmayan eşyalarımı girişe bıraktım. Dizlerim üzerinde sürünmeme gerek kalmadan hafifçe eğilerek oyuğun ağzından ilerlemeye başladım. İçim içime hepten sığmaz olmuştu. Yol zorlu değildi ama nefes nefese kalmıştım. Birkaç metreden sonra birden ferah bir aydınlığa çıkıverdim. Derin derin soluklanarak heyecanımı nafile bastırmaya çabaladım. Burası da tıpkı anlatıldığı gibiydi. Handiyse on metreküplük bir eşit aralıklı bir boşluktu. Giriş tam ortada ve aynı yükseklikteydi. Hücrenin ortasında köylülerin tarif ettiği gibi minik bir çukur vardı. Islaktı ama içerisinde su yoktu. Merakla duvarları incelemeye başladım. Artık hepten aydınlanmaya başlayan gün ışıkları belli belirsiz de olsa yardımcı oluyordu. Evet, insan eli değmemiş bölgede fazlaca bulunan doğal mağaralardan birisiydi. Orantılı küp halini sadece önümdeki çukur ve giriş bozuyordu. Girişin tam karşısına, duvara sırtımı vererek yaslanmadan oturdum. Artık heyecan yerini tatlı bir huzur ve sakinliğe bırakmıştı. İlk defa girdiğim bu hücrede içimi dinginleştiren bir aşinalık vardı. Fakat bir türlü bu tanışlığın nedenini çözemiyordum. Henüz bunun benzeri nice hücrede günler ve aylar geçireceğimi de bilmiyordum. Bildiğim yegane şey hayatım boyunca hissetmediğim bir ferahlık duygusuydu. Önümde ufak delikten tüm haşmetiyle Erciyes Dağı görünüyordu. Güneş yükselip aynı yerden belirene değin oturdum. Yıllardır susmayan zihnim ortalıktan çekilmişti. Susturmak için girdiğim onca mücadeleye rağmen başarılı olamazken şimdi ne bir düşünce ne bir his olmaksızın sadece ve sadece oturuyordum. Ancak sessizlikte nefesimi işitir olduğumda bedenimi hatırladım. Fakat çok sürmeden bu dikkatten de kurtuldum. İçinde olduğum oyuğu dahi unutmuş evrenle aynı akışta öylece duruyordum. Güneş ışıkları rahatsız edici olmaya başladığında gözlerimi kapattım. Kendimi tatlı bir uykuya usulca teslim ettim. Gözlerimi araladığımda omuz berimden kendimi ve etrafımda oturan benimle bir örnek giyinmiş diğer insanları gördüm. İçerisi gün aydınlığındaydı. Rüya gördüğümden emindim. Ama hayatımın hiçbir anını bu denli gerçeklikte yaşamamıştım. Birer omuz mesafesinde kimimiz bağdaş kurmuş kimimiz diz çökmüş çember halinde oturuyorduk. Yalnızca tam karşımda oturması gereken kimse oyuğun dışında, eşikte büyük bir vakarla diz çökmüştü. Bu kendinden eminliğini garipsememek mümkün değildi. Eşiğe yüz sürmüş ama meclise kabul edilmeden dışarıda bırakılmıştı. Oysa bunu hiç umursamadığı sanki başköşede oturur çalımından belliydi. Ben hayretle ona, merakla etrafıma bakınırken yanımda oturan zat, çukurdaki suya uzanıp elindeki kaseyi doldurdu. Bir yudum alıp yanındakine verdi. Ve sonra sırayla bir yudum alan kaseyi diğerine uzattı. Bu merasime giriştiklerinde onları incelemeye başladım. Sadece tam karşımda ama dışarıda oturan kimsenin yüzünü göremiyordum. Her birisinin ve görememe rağmen onun da siması en az bu mağaraya ilk geldiğimdeki kadar aşinaydı. Hatta kimisiyle göz göze gelip derin bir muhabbetle selamlaştık. Oysa hiçbirisini tanımıyordum. Neden sonra sıra giriştekilere geldiğinde beride kalan yoldaşlarını umursamadılar bile. Orada olmasını umursamıyorlardı. Aynı umarsızlığı beri yanımdaki sudan yudumunu alıp kaseyi yanına usulca bıraktığında kendimden yana hissettim. Gururum incindi, kalkmaya yeltendim. Fakat az önce beni selamlayan gözler aynı muhabbetle kalmamı buyurdular. Kıramadım, öylece yüksünmüş oturmaya devam ettim. Artık sadece ortadaki suya, onun belli belirsiz kıpırtılarına bakıyordum. Öylece uyudum. Gözlerimi araladığımda güneş pek yükselmemişti, hala karşımdaydı. Fakat her yanım titriyor, hissettiğim kalp kırıklığıyla gözlerim doluyordu. Hızlıca toparlanıp kendimi oyuğun dışına zor attım. Eşyalarımı yüklenip nereye gittiğimin bile farkında olmadan yürümeye başladım. Ne sabahki heyecanımdan ne de oyuğa girdiğimde hissettiğim huzurdan bir parça eser kalmamıştı. Derbeder bir halde neye olduğunu bilmeden veyl ediyor, pişmanlıkla kendimi paralıyordum. Birkaç saat öylece yürüdüğümde titremelerim geçmiş, durmaksızın akan gözyaşlarım dinmişti. Sanki gidecek bir yerim olmadan kapı dışarı edilmiştim. Bu dünyada tek başıma kalmıştım. Hiçbir yere ait değildim ve olamayacaktım. Biraz daha kendime geldiğimde çocukluğumdan bir hatırayı anımsayıverdim. Devşirme olarak götürüldüğüm Aydos Kalesinde kaldığım ilk gece de bu rüyayı görmüştüm. Tüm ayrıntılar ve hislerim aynıydı. Sadece o zaman etrafı bizatihi kendi gözlerimden izlemiştim. Bu sabah ise omzumun üzerinden, oyuğun içerisindeki kendimi de görerek seyretmiştim. O zaman yeni üstadıma rüyamı anlattığımda bunun kutsal bir görü olduğunu, sırrını ise ancak karşımda oturan zatın verebileceğini ve bu nedenle muhakkak o kişiyi bulmamı söylemişti. Hem yeni girdiğim ortamın heyecanı hem de çocuklukla pek üzerinde durmamış, birkaç gün sonra da bugüne değin tümden unutmuştum. Rüyanın kendisi yetişkinlikle tecrübe edildiğinde oldukça zorlayıcıydı. Dost meclisinde olup paylaşımdan mahrum kalmak, üstüne birden oradan ayrılmak başlı başına hüzünlüydü. Bu hüzün yıllardır ne olduğunu bilmediğim bir eksikliği arandığımı bana apaçık söylüyordu. Üstene yıllar sonra aynı deneyimi kendimden ötelenerek yaşamak bende daha sarsıcı bir etkilenmeye yol açmış, korkularımı şahlandırmıştı. Unutulan bir hatıra gibi üzerini örttüğüm o kör kuyu hayatımın her daim tam ortasındaydı. Tüm çabalarım oraya düşmemek içindi. Üzeri örtüldüğü için ne olduğunu bilmediğim bir korku tüm benliğimi ele geçirmişti. Oysa üzerine gitmeli, en azından bana rehber olabilecek o zatı bulmalıydım. Ancak o zaman o muhabbet halkasının nerede olduğunu öğrenecek, neden onun dışında kaldığımızı anlayabilecektim. Üzerini örttüğüm için beni kocaman bir korkak yapan bu arayışıma bir yenisi daha eklenmişti; kendimi de kaybetmiş durumdaydım. Doğduğum toprakları ziyaret için yaşadığım köyümden ayrılırken bir daha oraya geri dönmeyebileceğimi biliyordum. Tüm vedalarımı, yol hazırlıklarımı bu doğrultuda yapmıştım. O yüzden oyuktan çıktığımdan beri sürdürdüğüm deli divane gidişime karışmadım. Gücüm tükenene değin hayat bulduğum ama sonra bir daha hiç görmediğim için bana yabancı bu diyarlarda yürüdüm durdum. Her adımda yıllarca eksikliğini hissettiğim duygu belirginleşiyordu. Yuvasından bir kere ayrılan için bu dünya hepten bir gurbete dönüşürdü. Akağını bulamayan bir su olarak huzursuz yaşamam kaçınılmazdı. Fakat ben neyin eksikliğini duyduğumu bilmediğim için sadece huzuru bulamadan devam etmiş durmuştum. Şimdiyse büyük bir heyecanla girdiğim oyuğumdan dahi kovulmuş, bir meclise ait olamamanın, cevaplarımı bilen kimseye ne soru soracağımı, onun nerede bulacağımı bilmemenin üzüntüsünü yaşıyordum. Akşam çökerken rastladığım genç bir çoban ve sürüsünün yanına kendimi bırakıverdim. Ateş başında nasibimizi yerken ne o bana bir kelam etti ne de ben ona bir şey sordum. Gün ışırken kalkıp sürüyü otlatarak ilerlemeye, gün devrederken konaklamaya başladık. Gittikçe kendime geliyordum ama tüm benliğimi kaplayan bir mahzunlukla arada gözyaşlarıma engel olamıyordum. O zamanlarda yoldaşım ve rehberim olan genç çoban ondan beklenmeyecek bir olgunlukla omzuma vuruyor “bu da geçer ya hu” diyordu. Günler sonra bir öğlen vakti bir tepeliğin sırtlarına vardığımızda rehberim aşağıdaki şehri işaret edip “Benim yolum bura” dedi. Sırtıma koca bir kırba sütü yüklerken de az yukarıdaki bir çiftliği gösterip “Kimi bulduğunda yer, bulamadığında şükreder. Kimi bulduğunu paylaşır, bulamayınca şükreder. Belli ki sen hiçbirisi değilsin ama ikisini de orada bulabilirsin. Erenlere selam eyle.” diye ekleyip sürüsüyle yürüdü gitti.  

Çığlık

Büyük bir çığlık sesim. Kendime, hayata, insanlığıma ünlendiğim, seslenmemle de gürlüğünden ürktüğüm bir çığlık. Kısmak istedim, bastırmak istedim. Elindeki tepsiye odaklanıp yolu ıskalayana döndüm. Artık sesimin içeriği de çığlıktan başka bir şeye dönmez oldu. Anlamsız, tiz, kulak tırmalayan. Sustum. Oysa yanılgılardan dert yanmak istiyordum. En başta yuvama ve orada bulduğum kendimin bizatihi kendisine karşı çıkmak istemiştim. Olmayla beraber gelen zaten bir havada kalış vardı. Bunu kanıksamak, ayaklar yere basarmış gibi eylemek gerekiyordu. Ben yapamıyordum. Sesim ilahi de çıkmamalı, kerameti kendinden de menkul olmamalı dedim. İşte orada sesime döndüm, odaklandım. Öylece kaldım. Sonra kızdım, hırçınlaştım. Anlamsızlığın ortasında anlam telaşı ne boşaydı? Camı açtım, cama çıktım, olduğum yerde kuyruğumu kovaladım, yaşamadan yaşıyorcasına yaşamalara heveslendim. Madem karayla ak bana verilmişti ama reddetmiştim o zaman ikisi de olmamalıyım dedim. Şimdi var bir hayalim. Korkularım daha çok. Anlamsızlığım, ayaklarımdan ziyade aklımın havadalığı daha fazla. Peygamberliğin gelmesinin boşa olduğunu biliyordum. İlhamın da. Kendi yağım bile olsun istememiştim zaten. Kelimelerim ve insanlarım yeterdi bana. Önce kelimelerin savruldu sonra insanlarımı gönderdim teker teker. Kavgam kendi gölgemleyse hem gölge hem de ışığı kesen olmam gerekmez mi?

1.02.2020

Oyuk I – Aidiyet, Köklenmek, Yuva

Ana torağımda, nesillerce akrabalarıma yuva olmuş diyarda 2 tane ziyaretgah var. Köye hakim 2 ayrı tepecikte haklarında değişik rivayetlerin olduğu 2 mezar. İşte onlardan birisinin altında bir oyuk var. Daha doğrusu nesillerdir varmış. Haliyle yörede herkes bilirmiş. Bilirmiş ama bana ancak kırklarımın arifesinde öğrenmek nasip oldu. Bahsini duymak bile beni heyecanlandırmaya yetti. Ertesinde zaten gün doğumunda tepeye çıkma planımız vardı. Ata toprağına yeniden gelmiş olmanın, hısım akrabayla görüşmenin, toprakla irtibata geçmenin hazzı yanında bir de hesapta olmayan böyle bir ihtimal belirmişti. Yatana değin karşılaştıklarıma hep oyuğu sordum, onlardan kendi hikayelerini dinledim. Sabah gün ışımadan Saydaplam ve Fazıla Teyzemle tepeye çıktık. Fonda henüz geçenlerde kaybettiğimiz dedemin favorisi Belkıs Akkale çalıyordu. Biz de bir yandan ışımaya başlayan günü, uyanan tabiatı gözümüzle, ayaklarımızla tadıyor bir yandan da hayattan, hayatlarımızdan, tecrübe ve hayallerimiz ışığında yaşamaktan dem vuruyorduk. Girişi bulması çok zor olmadı. Az eğilip yürünecek ufak bir tünel vardı. Uzun zamandır girilmediği için çalı çırpı yolu zorlaştırsa da rahat atılan on adım kadar sonrasında bir o kadar en ve boya sahip, iki metreye yakın tavanı olan bir alana çıkılıyordu. Bu tarz gerilimi sevmediğim için hızlıca bir giriş yapmıştım. Havanın hem fiziksel hem de ruhani değişimi, ilk kez burada bulunuyor olmamın muazzam tecrübesi soluğumu dengesizleştirmişti. Tünel sonrası erdiğim ferahlıkla beraber nefesim dengesini buldu. Gözlerim ışığa alıştı. Tünelin ucunda İhtiyar Erciyes rahatlamam için göz kırpıyordu. Ve işte ben içerideydim. Nesillerce burada öylece duran, bir zamanlar içerisinde akan suyun da bulunduğu mekandaydım. Henüz varlığından haberdar olmuş, fikriyle aradığımı bulduğumu hissetmiş ve içerisinde olmak arzusuyla kıvranmıştım. Ve şimdi buradaydım. Hayatımda yuvalanmanın, kök salmanın gayretine düştüğüm bu demde, özlemini çektiğim “tefekkür-ü mevt/ölümü düşünmek” tecrübesini yaşayacağım yerdeydim. “Git ve yaşa. Gelmen gereken zamanda zaten geri geleceksin.” cümleleri kulaklarımda, yüzün geri, bu sefer heyecan ve endişe yerine büyük bir huşu ve edeple çıktım. Yola, konuşmaya, seyretmeye ve doğanın kucağında 3 fani oluşumuzu hissederek yürümeye devam ettik. Gene de çocuklar gibi hayaller devşirdik, olsaları gönlümüzden kuş ettik. *** İşte böyle dostlar. Bu hayatta “ölmeden ölümü tadabileceğim”, "tefekkür-ü mevt" edebileceğim bir oyuğum var velhasıl. Biliyorum ki bir gün zihnen ve bedenen daha hazırlıklı olarak oraya döneceğim. Heybemde, gönlümde olanlar nispetinde belki yine bir beş on dakika kalırım, belki günlerce. Ama bir gün o oyuğa yeniden gideceğim..

12.05.2010

Cevap

"Bu geceden ruhun mu yoksa bedenin mi azad edilsin?" diye sual olundu. "İkisi de" dedim. "Cevap veren bedendir, o halde o kalsın, ruhun azad edildi" dendi; yüklüğe kaldırıldı..

18.01.2010

Camaçık II

Yok, ikinci olmadığı kesin bu paradigmal değişimin! Hayatta olmadığı kesin elbette ama bizzat “camaçık” mecrasında da ikinci olmadığı kesin. (Merak eden süreçleri ve değişim-dönüşümleri, oluşumudan nihayetlenmesine, takip dahi edebilir; kayıtları aşağıda mevcut.) Dolandım geldim damlarda deli divane lakin yeterince delirememişim mi yoksa yitirecek yeterince aklım mı yoktur bilemedim de yine yeniden “babaocağına” yahut değişik kaynaklarda geçtiği haliyle “bıçak altına boyun uzatmalara” yollanıp içimden geçen “aklını başına devşir” telkin ve ısrarına yenik düşerek çöktüm odacığıma da başladım tekrardan mırıldanmaya; “yahu cam mı açık, cama mı çık olmadı camaçıkla beraber bir üçüncü yol mu bul ve hatta yemezse bu üçlemenin dahi dışına çıkmak imkanı yok mudur bakın dur”. Ve ekledim yine usulca; “ben, ancak ‘yaşam gürlemesinin hayat karşısında acizane dile getirilişinde bir şarkı’ olarak yaşam(ı) bulabilirim”.
Lafımsa anlayıp beri gelenden ziyade bizatihi kendimedir; bilesiz istedim. Lakin dayanamayıp sizlere de “varak-ı mihr-ü vefayı kim okur kim dinler” be canım demeden edemedim..

14.10.2008

damaçık..

yok bitti yetti..
odada dört dolanıp durmalar da güzel.. ve muhakkak ya buraya ya bir başkasına yine geri dönüş-ler olacak.. ama şimdi odadan çıkıp yapıyı gezinme, dolaşma vakti.. apaçık dama çıkıp göğü seyretme vakti..

binadan çıkışlar yahut damdan atlayışlar mı??
bilmem, belki gelir vakti..

velhasıl; kapattık dükkanı..

20.09.2008

tik tak.. tik tak..

"kötü bir taklitçiden daha kötüsü iyi taklitçidir.."

Hakikat

Orada, duruyor ve gidiyor.. Anlamsızca, anlamı kendinden menkulce.. En başta kişisel hatalar ve eksikliklerle bezeli, süslü ve bir o kadar basitliğin gizeminde, tek hamleyle ortaya çıkanın ihtişamında kendini imzasını hükümsüz kılarcasına geri çekerek ve yine yeniden bir o kadar da insan oluşun, lam’ı geçip de elif oluşun hükmüyle ve emriyle nicesinden noksanlığı ve insaniliği bir kalemde hırka altına derleyip gidiyor. Durmayacak belli bu durakta daha fazla.. Bir ihtiyaç molasıydı onun için ve biz için ve ben için ve gidiyor şimdi; uğurlar ola ona..
“Şu hayatta hangi gerçek, buraları açıklarcasına hakiki ki?”nin cevabını verircesine bir cüretle ama bu dünyada olamayacak denli de gerçekçiliğiyle gidiyor bu diyardan; elden su gibi akarcasına ve buraları şifaya bularcasına ve kendine bile hayrı dokunmazcasına gidiyor şimdi.. Tutunulası bir etek değil belli bu da; kim bilir belki de tutunmaya meyil olmadığından yahut 13’ünde görülmüş rüyanın ve verilmiş-çizilmiş rotanın esaretinden.. Ama şurası kesin; bu durak da kısacasına bir durak.. Kanarcasına suya doyulduğu, patlarcasına gıdaya gark olunduğu ve yokluğunun vahametinin anca varlığıyla fark edildiği.. Lakin ve ne yazıktır işte gizemin hala korunduğu.. Yasemin kokularına bizi gark etmiş, nergisin kerameti kendinden menkullüğünden korumuş ama gel gör ki yine yeniden bir “dal olmanın”, uzunca salınışlar sonunda bir ricatle kendine dönüşün lam’ında bizi terk etmeye meyletmiş..
Yok sanırım evet.. O orada, biz burada..

Hayat

Hayat; duruyor işte orada, şuracıkta, bir adım ve kulaç mesafede de sanki uzanılmasını bekliyor kendisini sunmak için. Ve işte hayat, bir o kadar uzakta ve alakasızca ve anca kurmacadan ibaret. “Kendi dünyasında kendisini yaşamaya meyletmiş” bir kimse için ne acı dışarıda da bir hayat olduğunu fark etmek. Hem de daha kendi dünyasını keşfe bile girişememiş ve dahi zerre gıdam yolu onca sene ve uğraşa rağmen alamamışken.
(Sahibü’l kelam’ın önderliğinde ve ondan yana kıskançlıkla ilerlerken darca bir vakitte bizzat bunun üzerinden, çokluluk ve üçlülük üzerinden bahsin geçmesi ve utandırılması ne garip. Hem de iki gün sonrasına bir başka nedenle yüz kızartılacakken onun karşısında..)
Nedir sahi kuzum seni rahata erdirecek mecra? Var mı yahut? Veya derdin bizatihi mecrayla mı?

14.09.2008

Je Suis Ce, Que Je Suis

kendin ol!
Handiyse en insanisinden ve derininden dilekle karışık bir emir ve temenni cümlesi; kendini bil & kendin ol! Oysa bir yanı o denli havada ki; hani olmam gereken bir şey mi var, ona mı yönelmeliyim de onu mu kuşanmalıyım yoksa üzerimden tüm pislikleri ve etiketleri sıyırıp ve onlardan arınıp huzura girercesine mi kendim olmalıyım? Acep süreçle ve istek ve dirayetle mi bir inşa var yoksa bizatihi teslimiyetle ve kendini tümden bırakmayla ve zerre şüpheye düşmeksizin salınma ve akış mı?
Kim bilir belki de sırta ilişik bir kemik de peşi sıra koşturup durma hikâyesi ve alçaklığıdır bu kendin ol’ma(k) dediğin.

que sera sera
Ve ayağa kalktı ve dedi gür ve tok sesiyle ve haddini aşar bir cüretle; “madem sadece olacak olansa olan benim çabalamam neden?” Ve cevap bir tokat gibi geldi hemen : “sen ki bre nadan, sen ki kendinden bihaber, nasıl der ve görürsün ben gördüm ve biliyorum olmuşu ve olacağı? Tamam, biz ki şaşırtmadık şimdiye dek seni. Batıdan da doğdurabileceğimiz güneşi gönderdik beher gün sana, kalbinin an be an atışını sunduk sana. Ve biz ki “kalbinde bir sızı olsun” diye sana hatırlama şansını verdik, mazi kılığında. Ama sen ki, ey bihaber zannedersin her daim yaşayacağım yaşanacak olanı. Ve çok daha kötüsü utanmadan ve aymazlıkla zannedersin ki hatırlamada ve bilmedesin bihakkın evvelsinde geçenleri.
Ey nadan, madem ki kalktın bir hışımla, o vakit ayakta dur da dinle az daha! Biz ki sana yaşamı lütfettik “yaşayasın” diye ve “kendi benliğini ona kurban eyleyesin” istedik. Yoksa sıyrıl da gel ihsanımızdan murad etmedik. Sen ki bir parçasın, krallığını ilan ettikçe ancak ve zavallılıkla bütününden ayrılmadasın. Bırak enaniyet batağında bitmiş gül misali kendini ve bilmeyi ve olmayı da “yaşa ve yaşa ve yaşa”.

amenna ve saddakna!
Yaşamak buymuş; teslim olmayı murad etmeksizin, sonuçlarına kastetmeksizin salınmakmış meğersem. Kişisel iktidarın ve peşinen tercihin açamadığı ve açamayacağı kapıymış meğersem. Meğersem şu yaşamak dediğin cüretle ayağa kalkıp gürlediğini zannederken inlemekmiş ve ayakta durmaya güç yetirememekmiş. Meğersem şu yaşamak dediğin bir dalın dal oluşunda, bir yaseminciğin topraktan fışkırışında ve kalbi sızlatır ve inletir ve titretircesine salınışındaymış. Öncesini ve sonrasını ve beher etiketi ve sıfatı ve şekillenmeyi ve ama en başta gerekliliği ve olabilirliği beride bırakıp “şimdi”ye sığınabilmekte, şimdiyi yaşayabilmekteymiş. Hem de “şimdi”nin o güven vermez kaypaklığına ve değişirliğine rağmen ve işte “düşünce”yi hiç ama hiç işe katmadan ve hatta teslim olduğunun bile farkına varmadan “şu an”a ve “yaşam”a ve “şimdi”ye teslimiyetteymiş.

gereklilik & olabilirlik
İmkan dahilinde oluşlarla sere serpe serilişin gürül gürül aktığı bu mecrada yok ve olmaz bir gereklilik. Nasıl olsun da densin “işte ben buyum” ve “yolum budur”? Şimdiye dek ancak seyir varken ve bazı iki dakika yahut iki ay için onlarca sene yahut yüzlerce asır beklenir ve “bir an” için evvelsinde ve sonrasında nice hazırlığa girişilirken nasıl olacak ki gereklilik.
… ilh

29.07.2008

Hayat & Yaşam & Korkular

Olması için hiçbir sebep olmayanla olmaması için hiçbir sebebin olmadığı arasındaki o eşsiz uçurumda beliriveren hayat; tercihlerin yahut isteklerin veya yapabilirliklerin giremediği harikulade bir şato veyahut acizliklerin yüze vurulduğu, korkularının insanı hepten ele geçirdiği, en karanlık ve habis yönlerinin aynadan daha aşikarca gözler önüne serildiği bataklık. İşte cancağız, bu ikisi arasında bir ömür ve hayat. Gündüzün keşanesinden beslenilirse bal, gecenin viran kulübesinden nasiplenirse zehir dolu kase öne sürülen.
Fakat bu kadar da basit ve ucuz olmamalı değil mi ya? Her ne kadar ufuk ve olasılık tüm ihtişamıyla belirmiş olsa da yetmiyor “içten geçenleri” ve içeride yaşananları” ne izaha ne yakalamaya. Hayır, aslında bir o kadar oyalayıcı, sürükleyici ve doyurucu. Esenliğe ilişmeye yetmese de bir ömrü dolduruyor git-gel’leriyle ve koşuşturmacasıyla.
Oysa beride korkular; olandan olduğu kadar olmayandan yana da duyulan ve en az bu sebepsizce şekilleniş karşısında ruhu daraltması kadar eldekiyle yetinememeye yol açar, bir adım sonrasından öncekisi nispetinde ürküten korkular. Sebepsizlikler içerisinde bir sebep aramak beyhude; istersen elinle koyduğunu bul, istersen bulamayacağını, istersen de yokluğuyla beslen. Farkı yok, kendin gibi eyleyebildiğin müddetçe. Fakat işte tüm mesele de burada düğümlenmiyor mu; ya bunun sonucu isterse keyifle gelsin isterse de bir vicdan azabıyla ne gizleme kar edecek ne itiraf.
İşte biraz da bu yüzden belki de olanla olmayan ve sebeple sebepsizlik arasındaki dengenin yet(e)meyişi. İmdi soru da değişti durum da sanki. Evet, zemin kendince ve kendiliğinle kendin olarak ilerlemeyle açıldı bu sefer. Hem de korkuları hiç ama hiç duymadan ve kendine dahi duyursamadan. Lakin hayat bu, hataya yer vermezcesine salınışlara değil aksine bizzat eyleyişlere ve seçişlere ve dahasına ve sakınmaya ve en çok da sakındırmaya yönlendiriyor insanı. Ve en kötüsü belki de yaşam’ın asudeliğinden koparıyor da hesaba kitaba, hani şükür çıkarcılığa değil belki ama yerini, yurdunu, halini, keyfini, niceni, nasılını duyumsattırıyor sana. Ve sen eylemez hale geliyorsun cancağazım, kendince kendin olarak. İşte sebep bazı kendinden yana korkulardan bazı onlarla yüzleşmekten.
Yaşamın oysa buralardan değil çığlığı ve çoğunlukla ıslığı, iniltisi. O salın diyor sana sadece, içine dön, ora bak ve ordan geçeni takip et. “Bu” kişi oluşunu, orada gizli “bir” kişi oluşunla hemhal eyle ve kurtul şu hayatın ve olanın ve olmayanın zindanından. Burasıyla hiçbir ilgisi yok evet bu çağıldayışın. Yarin koynundaymışçasına nerede ve ne haldeliği unutturur ve hatta onları yok sayarcasına bir başka diyara, esenliğe gark olmuşçasına salt “oluş”unu hisset ve yaşa.
Ve buradan yükseliveriyor ne yazık ki hayatın çığlığı; oluş’un asla oluş’ta kalmayacağı ve bir o kadar da şekillenişlere ve sürüklenişlere işareti beliriveriyor. Ve kendini yaşamadan yana o tüm korkuları azdırırcasına hükmetmeye çağırıyor seni. Teslim olduğunda, teslim olunan şeyin en başta geçiciliği ve bir o kadar da sebepsizliği yahut bir başkası altında ezilebilir-yok olabilirliğiyle teslim olmaman gerektiğini; hani olur da işler senin elinden çıksa bile gene de barındırdığın ihtimallerinle teslim almaya kalkanın gözünü korkutabilirliğini vuruveriyor yüzüne.
Hele ötede beride nicesinden kuytu köşe varken, peşine düşüp hengamesinde kendini, derdini unutturası eğlence varken ne mümkün bu sese kulak vermemek. Ne mümkün korkuların üstüne gidebilmek. Ne mümkün olana yahut olmayana kafa yormamak…
Evet cancağızım, evet. Ne mümkün “burada, bu halde” yaşadığımızı unutabilmek. Bir yanda gereklilikler ötesinde istekler esir alırcasına bizi çevirmişken nasıl çözülür bu denklem, nasıl da hayatın viranesinden yaşa’m’ın keşanesine varılır, nasıl salt salınış gerçekleşir de oluş’un tadına varılır ben de bilmiyorum.


Oysa sadece şunu biliyorum; ben buraya ve şartlarına mahkumum ben olduğumdan beri. Ve oyunu ancak oynayabilirim iyisiyle kötüsüyle. Fakat ne sesim ses ne de eyleyişim benim eylemem. Neresi olduğunu bil(e)mediğim bir diyarın muştusuna ve güzelliğine vurulmuş oranın nasıl olabileceğini anlatma ve anlama derdindeyim, buraları oraya katık edip. Kah oluyor ve seviniyorum yahut üzülüyorum, kah olmuyor da seviniyor veya üzülüyorum.


Ve yaşa’m, delicesine buyurgan, kırılgan, esirgeyen ama seni-beni korunaksız ortada bırakan yaşam, kelimelerin yetmediği, hazzın hazzedildiği, hayatın gizinin (artık) kaybolduğu, buraya döndüren ama burayla bağını da koparmış, beni benden alan ve beni bana mahkum eden yaşam. Yanına yöresine ulaşırsam şükreylediğim, uzağına düşersem hayıflandığım, lanetler ederek delicesine sevdiğim…

4.07.2008

Eserleşmiş bir hayat..

Nasıl olur da bir yaşam, yaşanmaya değer kılınabilir? Ve nasıl olur da yegane gerekçesini yaşamasından ve kendinden haricen bir noktada bulabilir? En esaslısından zayıfına pek çok istinat noktası yığılırken acep kaç tanesi kıyasıya bir yıkım ve sorgulama karşısında direnebilir? Oysa bir “eser” nispetinde kendi anlamını kendisinde bile bulamayan bir yaşam için öyle mi? Bir yanda ortaya çıkmak ve kendini haklılamak için çırpınırken öte yanda sadece ve sadece salınmak, bir amacı geçtik salınış ve oluşunun bile farkında olmaksızın orada öylece durmak.. bilmem mümkün müdür? Hele ki “bulunuşunun farkına varabilmesiyle” ayrı bir anlam kazanan için böylesi bir yaşam tarzı ve tecrübesi ne denli mümkün olacaktır?
Bırak nereden ve nasıl gelişi bilmeyi, gelenin içeriğine bile vakıf olmaksızın ilhama ne denli teslim olunabilir ki? Ve dahi eser dediğin bir emeği ve bir o kadar da “ortaya koyuş”u işaret etmez mi? Hani ilhama teslimiyet mümkün olsa bile nasıl olacak da emanete hıyanet edilmediğinden emin olunacak? Hele ki tümden bir yaşam buraya havale edildiyse ve ancak kelimeler nezdinde hayata geçiliyorsa usulca durmak ve tekrar tekrar şüphelenmemek, kontrol ihtiyacı duymamak ne mümkün?

ilh..

2.05.2008

Şartlar

Nereye nasıl koyacağız bu şartları şaşırdım yahu. Tamam bir yerde onlardan bağımsızca esenliğimiz ve dirliğimiz. Değil mi ki onlara bağımlı ve mahkum olmak beraberinde gereksiz bir koşullanma ve şartlanmayı getiriyor. Ve dahası ancak ve ancak yaşanmışlıklar üzerine kurulabiliyor benliğimiz de bize yetmiyor da öte dünyaları istiyoruz, başkaca mümkünlükler peşine düşüyoruz. Ama işte bir o kadar da göbekten bağlıyız, kesilmemecesine, şartlara ve yaşananlara. Madem ancak onlardan hareketle ve onlarla yahut onlara karşın eyleyebiliyoruz nereye koyacağız memnuniyetsizliklerimizi? Ben nereye kadar ve nasıl değişebilirim ki değiştirebileyim şartlarımı? Teslim olmak mı? Aman duymamış olayım bu şartlara teslimiyeti. Hani ola ki kendime ve yaşamın bizzat kendisine olsa canım feda. Amma şartlara teslimiyetse eğer önerilen baştan söyleyeyim size; hiç sonu gelmez bu kale düşürmelerin ve siper geriletmelerinin.
İşte bir yerlerde varoluşa sirayet eder dile getirişler de olmalı ama. Anlatmanın ve anlamlandırmanın bizzat ve aslen şartları oluşturduğu ve inşaladığı. Ben hazır mıyım buna? Sanmam. Fakat işte muradım ancak bundan yana; lafza teslimiyetten ve onun götüreceği diyarlarda hükümranlığa rızadan. Gariptir, üç seneliğinden bir uğraşta bile dört, üç ve şimdilik iki ay fire verivermişim. Hem de sadece ay hesabında ve içerik tutmaksızın. E şimdi nerede kaldı yaşamadan yaşamak? Yaşamıyorsan ve “herkes en güzel atına binip gitmiş”se eğer ilahisinden değil ki bu takdir. Anca kaçınılmaz sonuç.
Hadi başa dönelim beraberce; tıpkı iflah olmaz bir aşığa duyulan sevgi gibi soralım şartlara sabahın kör vaktinde, gecenin ağrısı ve ayılmanın sızısıyla; “yahu ne yapacağım ben senle kuzum?”. Kim bilir ne onunla ne onsuz olmayan şartlar bahar esintisi yaşatıverir böylece yüreğimizde.

Anlamak Anlatmak

Tamam nihayetinde güzel özetliyorsun derdini; tam olarak anlam veremediğin bir şeylerin peşine düşmüş de onları izaha çabalamadasın. Ama kuzum önce anlamaktan ne anladığını de hele. Ve bir o kadar da ne menem bir şeyin peşinde olduğunu. Anlamadığın bir şeyleri anlatmaya çabalamanın zorluğundan dem vurma hiç. Zira baştan yok saymıyor musun denetlenmeyi ve izahatta ne denli yol aldığının belirlenmesini? Hani hak vermiyor değilim ne bir ilham yapısına ne de bir kulağına nağmeler fısıldayan yücesine sahip değilsin de geleni, geldiğince ve olabildiğince aktarmak telaşındasın.
Hadi bunları geçsek ve bir şekilde hesabını verebilsen o zaman anlatmak’la nasıl baş edeceksin sahi? Anlatılası birilerini bulmak kadar anlatılası addettiklerinin birer birer heba oluşu ve anlaşılmaması sende nelere yol açacak? Madem diyorsun ‘metanet sahibiyim ve dahası henüz anlamına vakıf olmadıklarımı aktarma çabasına teslimim’, lakin bu dirayet seni anlaşılamamakla baş başa bırakıverdiğinde ne yapacaksın? Kim bilir belki de bir türkü tutturmuş da ne melodiden ne de ezgiden bihaber mırıldandığının dinlenmeyişinden dertleniyorsundur? Hem de tam diline dolanmış türkünün tadına varman gerekirken.
E elbet bir de anlayana anladığı kadarıyla anlatmak var değil mi? Ama kuzum söylesene hele bir sen neredesin bu noktada? Hakikaten anlamaya istekli ve hazır mısın acaba? Yoksa dedelerden ve atalardan duyulup da kulaktan kulağa yayılmış bir büyülü nağmenin peşi sıra kendini kayalıklara atan denizcilerden misin? Gel otur da boş ver şimdilik berisini ve söyle hele; kendinden nasıl da bu denli emin olduğunu.
Demek burada da cevap zaten baştan verilmiş. Ve demek zaten sen kendinden eminlikle değil de tam tersine anlamadığını kendi içinde de olsa anlamlandırma ve mırıldanma ve böylelikle kim bilir anlatılası şeyleri dile dolama heyecanına yeniksin. Tamam, pes edip bundan sonrasında yoluna istediğince var git ben de isterim. Ama son kez olsun şu sana bir şeyleri izaha çalışır ihtiyarın sözlerine kulak ver de öyle yoluna koyul; “Behey nadan, bilmez misin ki daha kaç nisan geçecek ve baharlar yaza ve mevsimler mevsimlere kucak açacak da sen ancak mırıldanışının temposunu yakalarmışçasına olanlarla eğlenip kendi kuruntunla avunmaya devam edeceksin. Ve yazlar kışa, kışlar yaza dönerken sen ancak üşümen lazım yerde sıcaklayacak ve terlemen gerek yerde en sıtmasından titremelere gark olacaksın. Hani kendini bir nokta-i nazarda berceste kılmak için feda ededursan gene de iyi diyeceğim ama kuzum sen nadanlığından öte ahmaklıkla ve amaçsızca burada böylece duracaksın anlaşılan. Ve ağza çalınmış iki parmağından ballarla tadamadığın nicesinden küp küp lezzetlere ağıtlar yakarak kendini haklılaştırmaya çabalayacaksın.
Senden yana tek dileğim, istediğin esenliklere nasılı fark etmezcesine kavuş da en azından o şirret ve anlamsız sesin kulağımıza daha az duyulsun!”

21.02.2008

Esenlikler

Ne vakit ve nasıl dile dolandı bilemesem de nicedir önem arz eden bir kelime bu benim için. Sanki çok daha girift ve hatta sihirli bir manaya işaret edercesine kullanmadan ve daha çok da dilemeden edemiyorum yeri geldikçe. Değil mi ki kişinin esenliği yerinde gerisine ne gam-tasa sanki. Şu hayatta göz dikilesi hedefler içerisinde daha bir ayrıcalıklı hedef gibi gözüküyor. Hatırı sayılır bir kimse dakikalar zarfında ona istek ve heves ve hayallerimden bahsettikten sonra bana kendisinin, hem de işgal ettiği makamını yadsır bir şekilde, yegane dilek ve isteğinin hiçbir şey düşünmeden öylece durabileceği bir anı yakalamak olduğundan bahsetmişti. Evet, esmekle eşdeğerlikle beraber ‘akış’ ve hayata kapılıp gitmeye işaret ettiği kadar öylece kalakalmanın, tabiatın ve insani bozuluşun henüz başlamadığı bir noktada kalakalışın da temennisi bu. Yaşam hengamesinde ve onca çabalamanın-uğraşın içerisinde yılmaz ve aşınmaz bir kaya-kütleymişçesine dikilivermek. Ki dikilmenin ve irade ve güç ve nokta buyurmanın tamamen kendinden menkullüğünü keşif ve idrakle sadece yer almak, öylesine salınmak olduğunu bilerek ve hatta işte o ‘hiçbir şeyi düşünmeksizin’de oldu haliyle olduğu noktada ve yerde durmak-duralamak. Fakat o denli zor bir şey ki bu. Hem duralamak hem de duraladığının ve yer alışın-var oluşunun bile farkına varmaksızın o şekillenişin devamını sağlamak.


Döndüm sanki tam emin olamasam da gittiğim-sürüklendiğim diyarlardan..

14.01.2008

Masal

İnanmakta kimi vakit kendimin bile zorlandığı bir masal anlatıyorum. Sonu nere varır, nereye bağlanır hiç bilmiyorum. Sığınabileceğim yegane şey zaten bu açık uçluluk ve bir de yine kendime inandırmakta zorlansam bile şairanelik. Nasıl bana yapıştığını bilmediğim ve yakamdan atmaya kalksam da başaramadığım biganelikle bezeli naifliğe sığınmış hem de. Tek bildiğim bir şeyler anlatmam gerekiyor ve inandırıcılığı baştan kaybettim. Göle çalınan mayanın tutma ihtimali bile elimde yokken kendimi öne sürdüğüm bir kumar bu belki de.
Hani bazı zevk de almıyor değilim bu masalı anlatmaktan ama dur durağı olmayan bu anlatışta insan masal anlattığını bilse bile bir gelenekten beslenmeyi olmadı bir gerçeklikten az da olsa pay almayı murat etmiyor değil. Oysa masal işte bu; ne inandırıcılığı bekleniyor ki anlatış devam ettiği müddet. Sonuçta bir yerlerde ve bir şekilde sihirli değneğiyle iyiliksever bir pericağız neden çıkmasın ki karşımıza? Yahut neden karşılaşılan yılmaz bir engel bir an cepte nicedir unutulmuş bir açarla yerle yeksan edilmesin ki? Buralara dek gelindiyse eğer, geliş yollarının hesabını vermeye bile gerek duymaksızın hatta, devamdan ve durumdan yana tüm endişeyi bertaraf edemez mi?
Sanki bir başka sorun da bu denli ben-merkezilik gibi. Eğer ki bir kimse masala bu denli kaptırdıysa kendini unutur elbet sağda-solda ne yaşandığını ve hatta kendisinin ne yaşadığını. Ama ya kuzum zaten bu merkeze kendini alış, merkeze alınışın komedisi değil miydi? Bu parodi oynandı oynanalı bir adım öteye gitmez sahnelemelerde, sahneye bir şekilde çıkmışın sahnede oluşunu ve rolünü yadırgamasından bahsetmiyor muyduk sahi biz? Fakat gene de yok olmuyor işte bir kimsenin, hem de istediği kadar iyi bir anlatıcı olsun, kendisini bu denli merkezileştirmesinden yana duyulan rahatsızlık. Hem de rahatsızlığıyla yahut anlattığı masalla havalisini belirleyen örnek burnumun dibindeyken.
Zira bir başka yerde verilemeyen hesap şu; vazgeçmek ve hatta yok saymak ve maalesef eğlenmek için ciddiye almak ve bir o kadar da alınmak gerekir. Bırakmak için bırakılandan önce bırakışı unutmak gerekir. Masalsılıktan bahsediliyorsa eğer ya o diyara hepten erişilmeli-girilmeli yahut gerçeklikle bağ koparılmayıp masal yerine hikaye anlatıcılığı seçilmeli. Üçüncü yoldan kasıt da belirlenip temcit pilavı misal yenemeden bir öğün sonrasına mide kazıntısıyla devrin önüne geçilmeli. Fakat doymak mümkün mü? Bu önüne geçilmez bir açlık mı hissedilen yoksa doyurulmamışlık mı? Ama ya iki türüyle yaşanan halin kaynağı aynıysa ve ayrımı imkansız kılıyorsa mayanın tutması misal?
Sonuç mu? Yine masal, yine başa dönüş: Belki de yegane sorun masal anlattığımın farkında olmamdır; kim bilebilir? Yahut belki de yegane kurtuluş?
Beklemedeyim velhasıl aç biilaç.

7.01.2008

Mana

Belki de hakikati bulmak yahut onu aramak yerine ona teslim olmak ve bilinmezliğiyle huzur bulmak daha yol aldırıcı. Hele ki alınmak istenen bir yol yoksa ama akla düşmüş yolda olma ve kalbe yer etmiş onun arzusu her şeye karşın ve tüm duraklara rağmen yok edilemiyorsa kaybı hissetmektense gelinen noktaya sarılmak en azından gününü kurtarabilir. Değil mi ki her tanışta ve yaşanan anda takip edilen yol haritası daha bir tamamlanıyor ve değil mi ki ilerisi adına bir fikir yahut his veremese bile tamamlanma duygusunu zihinde ve kalpte uyandırıyor o vakit böylesi bir telaşa düşmek neden? Hele ki “anlaşılacak bir şey anlatmadığı için anlaşılamamaktan sızlanan” misali bir dert güdülüyorsa çözüm aramaktan en azından anlatma telaşından vazgeçercesine sakınmak gerekmez mi?
Yaşanan serde karşılık bulmaktan ziyade akışı sağlamak mı yoksa içeride de hissederek devam etmek mi? Belki de öncelikle bu soruya cevap vermeli. Fakat çoğu zaman o denli iç içe geçmiş oluyorlar ki tercihi de imkansız kılıyorlar. Hem de bir o kadar tercihten arınık ve dayatmayla gelmelerine karşın. Zaten ikisine dair fikir yürütmek bile hala bir mananın peşinde oluş değil de ne?
Öte yandan “duvarlara yahut kitaplara” hapis olmaktan yana serzenişte bulunan için aynı zamanda bir necat vesilesi olacak bu seçeneklerde de bir kapıdan giriş ve içeride bulunuş yok mu? Demek onlar da geride vaat ettikleriyle bir çözüm ve tıkanış da geride bırakılmaları gerek. Hele ki koruyucu bir kalkan olup kişisel iradeyi havale ettirmeleriyle.
Nihayetinde mananın yudum yudum ve beher adımla verildiğini fark etmeye rağmen hala ve ısrarla sabra devam edip gerisi için bir beklentiye dahi girmemek gerekecek. Madem ki o istendiğinde bile kendini ele vermemeyi başarıyor ve hatta peşine düşüldükçe kendisini daha da bir gizliyor kelimelere ve anlara ve velhasıl külliyen yaşama, ama dışlamaksızın ve onlardan yana vazgeçmeksizin, sırt çevirmeyi başarmak gerekecek. Ve hatta gereklilikleri bile bir dikte ediş rahatlığında ve ödevi yerine getirme telaşında değil de usulca mecrasını arayan bir damlaymışçasına okyanus düşlerinden de vazgeçerek tatmak peşine düşülecek.
Hem de bir şeylere karşı ve karşın değil de kişinin bunu ancak ve ancak içsel sessizliğinde hayat buldurması şeklinde yapmalı. Oysa kişinin bir bilinmez karşısında, araması yasak edilmiş ve henüz vakıf olmadığı ve olabileceğinden de emin olmadığı bir manadan medet umarak yaşayabilmesinin zorluğuna rağmen.
“Biz sana verdiklerimizi anlatman ve aktarman için vermedik. Olur da onlardan nasiplenmeyi başarırsın da kendinde sakladıkça emanetimizin bekçiliğinden emanetin kendisi olmaya yönelirsin diye umduk. Anlattığını gizlemek senin yegane kurtuluşundur.”

28.12.2007

Yalancı Çoban

Belki de söyleyecek hiçbir şeyi olmayan ama söylemeden de duramayan bir kimsenin sayıklamaları bunlar. Umudun had safhaya ulaştığı bir anda beliriveren ve kovmakla yahut başkaca bir çabayla da gitmeyen bir ümitsizlik halini mevcut durumun nicedir devam edişine ve defaatle ikrar edilişine binaen artık dile getiremez halde oluş. Öyle bir hal ki bu, bahis için ancak o durumdan bir nebze olsun uzaklaşmakla ve kişinin kendini seyriyle seyrine davet edebilmek mümkün. Oysa hal devam ederken bir tanıdık yahut halden anlar bir kimseyi bulması o denli zor ve güç ki. Zaten öylesi bir kimse bulunsa bile mevcut durum devam ettiği müddet nasıl olacak da ona aktarılabilecek? Ya mevcut durumun değişmesinden yana çaba sarf edilecek de anca o geride bırakılıp bahsedilecek yahut susmanın mümkün olamadığı bu meyanda halden bahis için kıvrım kıvrım kıvranılacak.
Meseleyi baştan çatmak ve “rahat bırakın beni kendi köşemde” demek de kurtarıcı olamıyor burada maalesef. Sığınılmış yüklükte bir aşina yüze hasret misal beklemekten, hani gelecek kimse yokken bile kapıdan yüz çeviremeden başka çıkar yol da yok ne yazık ki. Oysa yazıklar edilen kişinin gelişleri ve geliş yollarını baştan tıkamasından başkası değilken hem de. Demek mesele gelenin gelmeyişinde değil de bizzat “geliş”in kendisinde olsa gerek. Değil mi ki gelesi tutulanlardan yana yüz çevrildi de bunun üzerine bir de utanmasızca yüzün geri bakakalındı ne demeye bu bekleyiş? Ama işte zaten başlangıç da tam burası; gel demedikçe kimselerin gelmeyeceği ve dahası gelme dedikçe kimselerin gelmeye devam etmeyeceği bu arenada bir orta yol nasıl da bulunacak?
Öte yandan gerçekliği oyuna kurban edercesine bu ciddiyetten uzak seyirde kişinin yaprak dahi kımıldamayıştan esef duymasında ne denli hakkı var? Fakat oyunun oyunluğu seyrinde cereyan eder bu sürüklenişte kimseye git yahut gel demek zaten mümkün değilken ve güldüremeyen bir güldürüye ve temaşaya inatla devam edişte nasıl olacak da gelmelerin ve gitmelerin aslen gelmemelerin ve gitmemelerin bir aksi olduğu nasıl duyurulacak?
Ama esası bu garip oyuncu oyununu sürdürme gayretini nereden ve nasıl bulacak? Hem de sürüsüne saldırır yabanileri defaatle ilanlamış ve bu çağrıların asılsızlığına da en az muhatapları kadar kendi de şaşıp durmuşken şimdi gözüyle gördüğü, ensesinde hissettiği nefesi nasıl olacak da aktarabilecek? Hani aktarsa dahi sinelerde nasıl makes bulacak?
Belki de sorun işte bu yüzden çağrının ve beklentinin kendisinde. Sürüsüne yetemeyen ve onu saldırılardan koruyamayan çobanın, bırakın yalancı oluşunu ve olabilirliğini, çobanlığından ne denli bahsedilebilir ki? Lakin gelin görün ki sürüyü tek başına idareden yana kifayetsiz ama bir şekilde emanet de sırtına yüklenmiş bir kimse bu bizim çoban da ne gütmeden yana başarılı ne de imdat çağrıcılığından.

10.12.2007

Tatmin

Evet, ana cümle değişmeden duruyor ötemde; “Yapınca ne olacak?”. Ve buna esaslı bir cevap vermeden-bulamadan eylemelerin ve eylemlerin hep hava kalacağı da aşikar. Elbette hep dahasını ister-kendisinden beklenir bir yarış atından bahsetmiyoruz burada. Öylesine ve hiçbir şey hissetmeksizin ve duymaksızın durabilmeleri, hayatın içinde beliriveren o bomboş ama sanki yaşama da bir anlam katar duruşları da en başına yazıyoruz listenin. Fakat ister ad koyma olsun ister akış nihayetinde aynı yere çıkmıyor mu? Sıfır noktası olmayan bir gidişte gidişe yön verme çabasından başka ne yapabiliyoruz? Gidişe hakimiyetimiz sıfırken hem de. Ve çemberden çıkışın yolu çemberi kapatmak yahut kırmak falan da değil. Bir şekilde “ben” büyüsüne kapılı, ben için eylemelere ve beher eyleyişte kendini yalanlamalara devam. Belki bir gün anlam ve mana geride bir yerlerde belirir umuduyla ‘ne kadar dahası o kadar şahsiyetliliğim’ deyip artsız arasız koşturuyoruz işte ve oysa geride cümle hala ve hala Demokles’in kılıcı misal ne olabileceğini sorup duruyor.
Şahsiyet peşine düşmenin bu anlamsızlığının ötesinde en az onun kadar rahatsız edici bir başkasıysa kurgulanabilirlik. Eğer ki öngörme denen bir meretle olaylar karşısında o kadar da aciz değilsek ve evvelsinden belli bir beklenti içerisinde yaşam inşasına girişebiliyorsak nerede ve nasıl bahsedebileceğiz içtenlikten?
Hani öyle bir yer ve noktada doyuma ulaşmalı ki kişi, bu kerteriz noktasını ilerleyişlerinde mihenk taşı da kılabilmeli. Lakin işte bizden dışarıda ne bir kerteriz noktası var ne de bir mihenk taşı. Önce bir kerameti kendinden menkullükle birinin, şu hayatta nerden gelip nereye gidiyorumun inşası, sonrasında diğerinin, nereye ne kadar yönelirsem mesafe kat etmiş olurumun. Bu ikisi çakışmadıkça oysa kişi öyle bir dağılmaya müsait ki. Ve bu ikisini birden kendi tatminine kurban ettikçe kişi kaybolmaya ve kendini o denli kandırmaya müsait ki. Demekliğim nihayetinde ne yapabiliriz ki bu bizim isteğimizden ve şekillendirme telaşından münezzeh olsun ve dahası kendi krallığımızı kurmak adına bu doyuma kendimizi de kurban etmeyelim? Eğer ki eylemek ve eylememek arasında bizim belirleyeceğimiz iki ölçüt dışında ve dışarıdan bir fark yaratılamayacaksa ve zaten varsayılan ve uğruna bir ömür harcanan bu uğraş nihayetinde ancak uğraşın kendisine yarayacak ve onu haklılaştıracaksa çember nereden kırılacak? Bu noktada ‘öyle bir mana ve tat buldum ki benden gayrısının da bundan tatmaması saçmalık olur’ deyip kendini insanlığa kurban etmekle ‘gözlerimi kapadığımda evren bak nasılda benim etrafımda dönecek ve istediğimce şekillenecek’ yanılgısına düşerek kendi benine sarılan arasında ne fark vardır? Dahası bu ikisinin arasında yer alacak hangi konumlanış ve gerekçe, ki gerekçelendirmenin bizzat kendisinden yana henüz hesap verilmiş değil, bizi kurtarabilecek?

21.11.2007

Kelimeler

En fazla çağıldama niyetiyle ortaya çıkıveren ve yazanını-konuşanını başkacasına imkan vermeden sürükleyen ve bu sürükleyişte gerekçelerinin çatılmasına da zorlayan kendiliğindenlikler-içtenlikler. Fakat amaçlılığına ve zorunluluğuna rağmen bazı çıkış noktaları ve şekillerine de izin vermiyor değiller. Hatta özellikle gerekçelendirmek söz konusu olduğunda kişiye çok daha fazla mesai yüklüyorlar. Bunların ötesinde o geliverenlere gelişlerine bir saygıyla yerlerini-yurtlarını hazırlamak, gelebilecek en değerli ve önemli konuk oluşlarına hürmetle hazırlama telaşına kapılmak da gerek. Kırk kat döşek altından bir bezelye tanesini hisseder nazeninlikteki bu misafir elbette bir çok minnete de neden oluyor. Dahası bazı bazı duyulan özlemle onların yokluğu ve yoksunluğunda davet edişle ya had bilmezlik ve arsızlık hasıl oluyor yahut beklenmeye kalkılsa insanın hali kalmıyor.
Lakin apayrı bir sorun ise temaşa olmaksızın ne bu misafirliğin ne de konuk edişin bir önemi kalmamasında. Hani hane halkı olunmadıktan sonra ve bu git-gel’ler oldukça seyredilmeye ihtiyaç da devam edecek ister istemez. Fakat esas sorun bu “oynamak” kısmında değil de misafir odasının yegane işlevinin misafirle anlam kazanmasında. Elbette bir meçhul ziyaretçi için zamana havale edilse bile oda odalığını koruyacaktır ama bu kendiliğinden gelişlerin anlam ötesinde işlev kazanabilmesi de gerek. Hele ki işlevin masalsılık, -mış gibi yapış ve gerçek-dışılığı ayağı yere basar hale getirişi düşünülürse yapının üçüncü ayağı da çatılmış oluyor. Velhasıl kelimelerin ayakta durabilmesi ve gelişe devam edebilmesi için bir merci tarafından onanma içermeyen bir yönelmeyle seyredilmesi ve işteşliğe devam izni verilmesi gerekiyor.

20.11.2007

Derdin Nedir?

Nihayetinde uğraşlar ve şekillenmeler nasıl olursa olsun bir kimseye sorulacak yegane soru bu olsa gerek. Hani illaki bir hikaye yahut amaç veya derdi gütmeyi zorunlu kılar bir soru da değil bu ama. Eğer sorulmak istendiyse, sorulası bir durum hasıl olduysa ancak devreye giren ve sairlerini ziyadesiyle yok sayar bir şekilde, kişiyi kişi olarak ele alabilmek için yegane yol olarak beliriverir. Öyle bir cevap-lar dizisine yol açıyor-veriyor ki o anki uğraşın yahut tümden kişinin hayatının hikayesi ortaya seriliveriyor bununla. Bir metine sorulması da en azından o denli metni ele veriyor. Ve akabinde her tür insani yapıya. Çünkü insansılık dışında kalanlardan yana sözümüz pek çıkmasa, eminliğimizden yana tartışmalar binlerce yıldır devam etse de en azından ferdi oluşumlarda bambaşkaca dertlere de kaynaklık edebilir “bir dert”ten pay alındığını ve pay alışın-alınışın ortaya serilişini görebiliyoruz. İşte sorunun amacı da bu esasi yapıyı deşmekten-yakalamaktan başkası değil.
Fakat zorunluluğu bir kenarda bırakmak da ayrıca güç. Bu kadar aydınlatıcı ve ele verici soru karşısında insan bazı soruya gereğinden çok takılabiliyor. Hele ki akışın güzellemesi yahut anın tadı çıkarılası bir noktada bu gerekliliğe takılmak ne cevabı verdiriyor ne de yakalanan imkanı yaşattırıyor. Aynı şekilde karşılanın soru-n-suzluk, elbette bu takıntı ve kişinin kendinden tereddüdüyle alakalı olarak, sanki ona yönelinmemeli şeklinde algılanıyor. Nirengi nokta ise ferdin derdi olmadan eyleyememesine rağmen an yahut ömür nispetinde bunu kendine açık etmeyebilmesinde. Buysa herhangi bir aymazlık yahut kendini bilmezlikten çok ötelerde insani yapının oluşturulduğu kadar tabiiyete mahkum olmasıyla fazlaca alakalı. Ki sadece bu tabiiyet değil bu duruma yol açan. Aynılıkla kişinin kendini kendisine unuturcasına yaşam güzelliğine ve güzellemesine kendisini teslim edebilmesi apayrı bir maharet. Analize tabi tutulduğunda yakalanası bir şeylerin olması ve yapıya da bu “şey”in kaynaklık etmesi en azından bu iki yaklaşım ve değerlendirmeyle köken rabıtasının kurulmasını saf dışı bırakabiliyor.
Öte yandan bu soru sorulduğunda verilecek cevap değil malumat yığınını bilgi gerekliliğini bile dışarıda tutabiliyor. Sadece alınası bir parantezden yahut an’ın çok daha ufacık bir anından ve bir o kadar da kişiye, uğraşa, şekillenişe dair fikir yokluğundan-yoksunluğundan bile kişinin kişi oluşundaki o esas dert yakalanabiliyor. Bunu yakalayabilmek de bir ayrı maharet olsa gerek. Tıpkı bir metne göz gezdirmeyle metne kaynaklık eden yaklaşım, gerekçe yahut bizim metnimizin deyişiyle derdini yakalayabilmenin mümkün olması gibi. Fakat buradaki en büyük engel ise, yine insani yapıda şekillenir önyargı ve işlevselliği. Zira derdin ne olduğu yahut olmadığından yana yapılası bir ön-yargı ile muhataba atfedilecek değerlendiriş ya isabetliliğiyle karşılık bulmuştur yahut isabetsizliğine ve muhatabı yok saymaya rağmen bir inatla devam edildiği takdirde sorun çıkartmamıştır. Bu aşıldığı takdirde kişinin, derdi yakalayanın kendisine ve derdini yakaladığına hesap vermesi yahut içtenlikle hesabını sağaltmak istemesinde bilgisizlik zemininden dolayı bir şüpheye yol açabilir. Her şeye karşın soruyu sormak ve cevabı almak bazen ufacık bir analizle bile mümkün olur da insanı yahut insani yapıyı, hani nerden gelinip ne halde olunduğunu ve neye meyledildiğini aşikar ediverir. Yeter ki soru uygun noktada ve uygun tonla ama çok daha elzemlikle yeterince merakla seslendirilsin.

Tüm bunlara rağmen kendi derdimi bilmezliğimle ve ancak bulabildiğim cevaplarımı elememle yaşam akışı neler getirirse getirsin yahut ara süreçlerde hangi dertler beni değişik uğraş ve şekillendirmelere götürürse götürsün karşılaştığım beher kişiye ve insani yapıya bu soruyu sormadan edemiyorum. En azından kendimi ve derdimi yakalamam konusunda bir parça da olsun yol alabilirim umuduyla. Ve hatta yaşamımın ana gayesi haline getircesine.

24.10.2007

Kendini Fark Edemeyiş

1.
Evvelsi günü nicedir kullanmadığım ve ayağımın pek de alışık olmadığı bir ayakkabıyı giymek durumunda kaldım ve kaçınılmaz sonuç; saatler sonrası ayakta berelenme. Akabinde kullanma durumuna devam hasıl olunca ertesi günü yaralanma nahiyesine yara bandı kullanmak elzem oldu. Yürümekte zorlanacağım için de üç tane birden kullandım. Sonraki gün de bitti ve evime vasıl oldum. Temizliğe gereken önem ve hassasiyeti vermemenin ötesinde duşumu aldım, günümü geçirip ortalıklarda dolandım. Anca sonraki günüydü ve evin içinde dolanırken, defaatle çorap giymiş ve çıkarmışken birden ancak o anda aklıma ayağım geldi. Olduğum yerde durup çorabımı sıyırdım ve işte karşımda sanki vücudumun bir parçası addedip yok saydığım yabancı nesne-ler duruyordu.

2.
Bir süredir yeni yeni sözlük kullanım alışkanlığı edindim. Daha çok da yazarken kullandığım-kullanmaya niyetlendiğim ama bir şekilde “sözlük anlamı”ndan da bihaber olduğum yahut kökenini merak ettiğim kelimeleri inceler ve akabinde öğrenmemin nişanesi olarak dahil-parçası olduğum bir siteye, henüz yazılamadıysa aktarır oldum. Az evvelsi yazmaya koyulmuşken çok da yabancılaşmadığım ama bir şekilde huzursuz da olduğum bir kelime düştü aklıma. Huzursuzluk anlam eksikliğinden ziyade kullanagelmediğim bir sözcük olmasındandı. Nereden düşmüşlüğünü umursamayıp ihtiyaten alışkanlığımı sürdürdüm ve karşımdaki sonuç on gün evvelsinde siteye benim eklediğim bir madde-sözlük anlamı.

Velhasıl
Ne olursa ve ne şartlarda olursa olsun insan işte; nakıs-eksik. Sürekli tamamlamak ve kendisini kendisine hatırlatmak gerekiyor. Fakat asıl korkum gerekirken fark edemeyişlerle bir türlü kendime hatırlatamadıklarımdan yana.

16.10.2007

Kendine Yeterlilik

Zannımca düğümün esas çözüldüğü noktalardan birisi de bu. Etrafla ilişkinin ve dahi konuşmanın kaçınılmazlığı karşısında onlara teslim olmuşken bireyliği ve bireyselliği kaybetmemek adına bir o kadar da mücadeleye devam etmeli. Her ne kadar şahsiliği muhafaza ve oluşturmanın yolu teslimiyetten geçiyorsa da bir o kadar da şahsilikte ayak diretmek ve dışa bağımsızlığı hedefleyerek kim olursa olsun ve ihtiyaç nereden, hangi düzlemde gelirse gelsin bireyin kendine yeterliliği hiçbir vakit elden ve dilden düşürmemesi gerek. Evet, tanım ve ihtiyaç bu denli belirgin ve bir o kadar basitken bunu uygulayabilmek, bekleyebilmek hiç de o denli kolay değil, olamıyor.
O vakit nedir bu kişinin kendisine yeterliliği ona bakmalı. Yok edilemez-edilemeyecek bir ihtiyacı yok sayma ikiyüzlülük ve aymazlığından bahsetmiyorum elbette. En azından seyir yahut muhataplık düzleminde bir ihtiyaç dile ve ayağa dolanan. Öyle bir şey ki en muktedirin bile iktidarı için tebaya ihtiyaç duyması misal kendisinden gayrı en azından bir kimseye duyulan yönelme bu olsa olsa. Kendince, kendileyin ve kendi köşesinde kalanın kalmayı başarsa bile kalmışlığını duyurmaya acziyeti çatılan. Buna takılmadığını söyleyen de haksız sayılmaz. Ama bir o kadar şimdiye dek nihai noktaya gelmediği ve berkittiği dayanakların henüz yıkılmayışı-tükenmeyişi onu yanıltan. Bir ömür boyu sürebilirlik ise meseleyi daha da çetrefilleştiriyor. Oysa yeterli vakit ve inceleme sabrı olsa kendine yeterliliğin nasıl da çöküverdiğini görmemek işten bile değil.
Peki bu imkansızlık karşısında külliyen teslim olmama gerekliliği önerilmişken kişi kendi hayatında bunu nasıl uygulayabilecek? Hem de kendisini kandırma lüksü yokken. Yahut direnç hangi noktalarda, ne ölçüde gösterilecek? İşin inada binmemesi nasıl sağlanacak? Yeteri güç nereden tedarik edilecek? Madem ki kişinin kendini muhkem mevki addedip kendince karar alma tehlikesi var ve başvurulası bir merci yok çıkış yolu nerede belirecek? Esası bu çaba ve direnç kişiyi nereye ulaştırabilecek, ona neler sunabilecek ki devamdan yana şevk sağlansın?
Hele iş bir eyleme dönmesin, hayat bulmasın çık çıkabilirsen işin içinden.

Beklemek Gerek

Hep bir şeylerin olmasını beklemek gerek bu hayatta. Kim bilir belki de olandan yana şükürsüzlükten yahut olanın yetersizliğinden ama sonuçta hep ama hep aynı cümle, itidal yandaşlarının hepten çığırdığı ve boyun eğmekten başka yolun da ne yazık ki bulunmadığı. Hem de neden gerek diye soramadan beklemek gerek işte. Madem ki “bir şeyler” olsun istiyorsun ve hedefi gözetlemişsin o vakit beklemen gerek. Oysa vaktiyle duyduğum ve inanmaktan başka yol bulamadığım masallarda öylesine salınışlardan ve beklemenin hissedilmediği oluşlardan bahsediliyordu hep. Sorun benim “bekleyişim”de şekillenen istemem de olmasın sakın? Yahut öylesine bir salınıştan ve lalettayin şekillenişten çok ad koyma telaşımda? Veya illaki neden-nasıl’ı bilme hevesimde?
İşte öyle yahut böyle ama hep bir şekilde aynı duvar ve itidal çağrısı var karşımda; Beklemek gerek! İyi de yahu ben beklemek falan istemiyorum, aksine salınmak ve kendimi akışa kaptırmak-bırakmak istiyordum. Hani yol yordam öğretseniz de en azından ali bir makama durumumu özetler-çıkar yolu temenniler bir dilekçe yazsam da mı olmaz? Olmadı şöyle bir ilensem de samimice birilerine hal-i ahval-i pür melalimden bahseylesem? Olur mu olur ya kanına girerim ya da halime acıtırım da bu “bekleme salonu yalnızlığı”ndan kurtulurum, olmaz mı?
“- Olmaz efendi olmaz, geçin hele sıranıza da bekleyin az. Anca o vakit görürsünüz oluru olmazı.”
Aman efendim, vay efendim de kar etmez oldu nicedir. Ama onlar da haklı sonuçta. Ben değil miyim ki hedef gözettim de ilendim olmazı oldurmaya? O vakit beklemek gerek işte. Az biraz daha sabır yahu. Ne bu acele? Tamam ben de diyemiyorum “şuna-buna-ona yetişmem gerek” diye ama işte çocukluk bu ya dinlemez-etmez istekler içersinde.
Daha dündü, yok yok bugünün sabahıydı uyanmış da bir tatlı düşten canı tatlı ister, ağza bir parmak çalınmalık da olsa. Şimdi ona kim anlatacak-dinletecek “beklemesi gerektiğini”? oysa sabreylemek, ekmeği taştan çıkartırcasına, taşlara tırnakla kazırcasına emek sarf edip çok daha fazlası beklemek gerek. Hatta gözü budaktan sakınmak, usluca bir kenarda beklemek ve zamana ve onun yılgınlığına direnmek gerek.
Olmuyor işte azizim, olmuyor. Olmuyor işte cancağızım, olmuyor. Beklemesi güç geliyor da, olanlara imrenip her bir şey ağza şıpın işi düşüverilsin isteniyor. Hem de bilmez değilken emeksiz yemeğin, beklenmedik misafirin hiç de haz ve tat vermeyeceğini. İşte zaten soru da orada beliriveriyor; “Yahu kuzum derdin nedir senin, et midir kötek midir? Söyle hele!”
Olsa bir muradım beklemek gerek işte. Eğer ki yoksa bir dileğim serzeniş nedendir?

6.10.2007

havali

"etraf"la ilişki..
nasıl kurulur, neden kurulur, şahsilik nasıl muhafaza edilir, eylem nasıl sağlanır, burun büyüklüğü nasıl törpülenebilir, dahiliyet yahut aidiyet inşalanabilir mi...
daha bir yığın soru..
sanırım bu, yeni devrin en çok işlenen konularından birisi olacak..

haydin davranın bakalım..

3.10.2007

Bilinmezliğe Övgü Yahut Devr-i Cedid-i Şahane-i Harikulade

Zannımca heybedekiler ve sahip olunan sıfatlar yahut bir o kadar da eminliklerle yaşam arenasına, onun bir sathına çıkmaktan ziyade insan denince aklıma gelen o bir akşamüstünde yahut şafak sökerken, çıplak bir şekilde, bir dağ başında tabiata bakan ve onunla beraber kendisini, nerede, ne haldeliğini anlamaya çalışan yalnız ve yalın bir insan olarak; yapa geldiklerinden ve yaptıklarından ziyade “yapabilirlikleriyle” savaş alanında duran bir kimse olarak; neyle karşılaştığını anlamaya çalışıp ancak kendi imkan ve şekillenişlerine, potansiyeline-muhtemelliğine sırt dayamak daha güzel. Belirlenmiş sınırlar dahilinde gösterilecek hiçbir performans ve şekilleniş bana tat vermiyor, zira o vakit anlamaya çalıştığım doğadan bir farkım kalmıyor da lalettayin bir eyleyen-şekillenen haline geliyorum. Kişisel irade buyuramamanın, şahsiliği ortaya serer seçimlerde bulunamamanın ızdırabı böylesi noktalarda ve bazı fırsatları da kaçırmayı göze alır halde “bu halde olacaksa bu türden bir şekillenmede hiç bulunmayayım” dedirtiyor. Elbette ki ben dışında şartlara tabiliğim ve yek diğer canlılarcasına akışım-sürüklenişim kaçınılmazca olacak ama bu ancak bir tohumun dalından-çanağından düşüp de kara toprağa sığındığı ve kendi potansiyelini sergilemek adına bin bir emek vermeye başlamadan önceki savruluşu ve bir o kadar da kendi yaşam-uğraş alanından uzakta şekillenecek olsa da onun hikayesine bir o kadar etken olacak dış-gerçekliğe, tümden tarihe ve tarihselliğe mahkumiyeti olabilir-olmalı. Hani bu beklenti, bu yönüyle “vahşi” yönümü ve akışa tabiliğimi yadsımak değil de aksine ona da bir çağrı haline geliyor. Oysa insan denince akla gelen bu tabiatın çocuğu oluşu, akağını bulmaya çalışır bir nehirden farksızlığı kadar inşa ettiği eminlikler oluyor. O değil mi hısım-akrabasını, tanışını ve memleketlisini, aynı aşı-ülküyü yahut kaderdaşlığı paylaştığını koruyup-kolluyor; ona aş vermeyen tabiatın bağrını deşip oradan besinini çıkartıyor; karşısına barınmasını yahut ilerlemesini engel olur şekillenişler çıksa onları eğip-büküyor da kendi işine yarar hale getiriyor; değil salt kendisinin yaşama tutunmasını sağlar üstüne yedi ceddini garanti altına alır canhıraşlıkla kendi cinsinden olsun, canlısı-cansızı olsun muhatap aldığını şartlarına tabi kılmaya çalışıyor? Elbette ki “eminlik”lerle ilerlemek isteyecek de o vahşi ve çıplak tarafını, dağ başında onu kuşatan bilinmezliği bilinir kılmak istemesi misal, başta kıyafetleriyle ve akabinde bilme’si ve bilimiyle başlar nice mücadelesiyle kendisi unutur-yok sayar raddede bir didinmeye girişecek. En büyük silahı ise işte o yaşanmışlığıyla oluşturduğu, onun önünü açışı kadar geçmişi sağaltır ve sağlama alır sıfatları olacak. Bir noktada dikilmek istese onu oraya getirmiş şartları zapt-u rapt altına alışıyla devamdan yana korkusuzca ve eminlikle ilerleyişi hasıl olacak. Değil mi ki doğuşundan itibaren ona yüklenenlerden ziyade yüklendiği ve üstlendikleriyle “bir/o kişi” olmayı başardı ve “Kimsin?” diye sorulsa onları yahut bir cüzünü saymaya kalktı, belki bizcileyin sığınmak olarak görülüp-nitelendirilse hatta yeri geldiğinde komiklikle itham edilse dahi, kendisini biliş-hissedişi kadar yaşam mücadelesinde de bunları gururla taşımasın da ne yapsın?
Oysa nicedir çabaladığım, en azından üç senedir doğum sancılarını çektiğim devr-i cedid tüm şahane ve harikuladeliğiyle temeyyüz etmişken elimde öyle sığınabileceğim sıfatlar kadar bu ilan edilen devrin devam ve işlerliğine dair, kendi erkini, hükümranlığının dahiliyet ve devamlılığında tebaasına devreden padişahın irade buyurduğu cinsten bir ferman dışında ne bir belgem ne de bir garantim var. Kendime dair duyduğum korkular ve canı çeker çekmez verdiği oyuncağı arkadaşından geri almaya hevesli-teşne çocukluğumdan endişemse had safhada. Hele ki son yıllar ve özellikle sonuncusu boyunca duyulan “kara göründü” çığırışları kadar ardından yapılan “ama bizim varmak istediğimiz değilmiş” tashihleri de kulaklardan silinmemişken bu muştuya kulak vermede ve bundan dolayı heyecanlanmada şüpheye düşmek boşa değil. Hele ki geçen seneden devretmiş ve halen işlerliği kesinleşmemiş dahiliyetim dışında bir kurumda yahut mecrada karşılığımın-akağımın olmaması şüphe tohumlarını hepten palazlandırmıyor değil. Fakat işte ne denli cahil cesareti yahut çocuk aymazlığı-usanmazlığı bilemesem de duyduğum delicesine bir heyecan. Hem de olası-bir adım uzaklığındaki sıfatları ve şekillenişleri bile ısrarla ve vakti gelmediği gerekçesiyle, saldırıya geçmeyi bırak sipere-savunma hattına metrelerce yanaşmayı başarmış ve dolu dizgin gelen düşmana karşı kayıtsız kalabilen komutanın bilinmezin cehenneminde tüm yangınları söndürür nefesine güvenircesine sakinliği ve hattı müdafaayı salık verebilmesi misal reddedip onlara kayıtsız kalabilecek kadar. Hesap sorulmaya kalkışılsa son hamle-dokunuş henüz gerçekleştirilmediği için geçer notu alamayacak oluşu yeri ve zamanı gelir de fırçayı tuvale son kez değdiririm de resim hitama erer rahatlığıyla karşılamam işte o bir akşamüstünü-şafak vaktini, çırılçıplaklığı ve korunaksızlığıyla karşılayan, hani bilemediği-bilemeyeceği şeyler ve aldığı sorumluluklar karşısında kafayı yemesi yahut un-ufak olması gerekirken hala merak, iştiyak ve hevesle dağdan aşağıya-çevresine-kendine bakan insandan kendimi farksız hissetmem. Hayat arenasına bu sefer elimde hiçbir garanti, eminlik ve sıfat olmaksızın çıktım. Ve daha çıkmam gereken pek çok cephe kenarda beni sanki ezmek ve yutmak için bekliyor. Fakat içimde çıkmayı bekler öyle bir vahşi taraf ve yapabilirlik duygusu var ki hangi sıfata haiz olsam bunun yerini tutamaz. Oysa bu noktaya geri çekilişler ve bozgunlarla, heveslerimin tekrar tekrar kırılışlarıyla gelmiştim. Fakat değil mi ki ilan ve ilam edildi bir kere durmak neden? Bilinmezden korkmak neden?
Velhasıl şu an-sıralar kendimi bir bilinmezin, bizzat yaşamın kendisinin karşısında heyecanla ama bir o kadar da korkuyla baş başa hissediyorum. Buna, bu sıfırlanmaya ve arınmaya şükretmiyor değilim ama keşke bu hissiyatı ve arzuyu günümü ziyadeleştirip güzelleştirecek coşkusuyla beher gün duyabilsem yahut ellime-altmışıma geldiğimde de hissedebilsem de beni insaniliğimden uzaklaştıracak-kopartacak belirlenişlere ve sahip olunan sıfatlara sığınmak yerine şimdiye kadar gelişi yok sayar bir devama, bilinmezlikle-eminsizlikle, tabi olduğum tabiatıma-vahşiliğime uygunlukla akmak için heveslensem.