30.03.2006

geride yatan bahsi

etrafı kolaçan etmede ve hele ki insanı davranışları üzerinden tanımlamada aristo'nun töz kavramını ödünç almak işimizi kolaylaştıracak.. şurası kesin ki (sonrasında varlık ve varolan ayrımına dek gidecek olan haliyle) ancak etrafımızda görüp tecrübelediklerimizin, yani birincil manada tözlerin üzerinde konuşmak mümkün.. daha çok gizli yahut aşikar bir belirtmenin, harf-i tarifin eşlik ettiği "bu nesne", üzerinde konuşabilmemizi sağlaması ve göz önünde olmasıyla ilk zeminimizi oluşturur.. yahut insan üzerinden gidecek olursak da kendimizden bahsedebilmemizin yolu öncelikle birincil manada tözlerimizden yani sıfat-edim ve eyleyişlerimizden geçer.. tıpkı bir nesnenin "bu nesne" olarak yaşam alanına taşması misal bizim de bir yahut bu insan olmamız hayat akışında değişik tutunma, addetme ve sahiplenmelerimizle olacaktır.. ki en basit haliyle içinde doğup büyüdüğümüz aile ve yakın çevreye tutunmamız, varsaydığımız kişilikte olduğumuzu kendimizi ve çevremizi inandıracak ölçüde addetmemiz ve bedenimizle onun uzantılarına sadakatle sahip çıkmamız olacaktır.. akabinde gelen diğer başat unsurlar ise elbette ki işe (karın doyurmaya) ve aileye (üremeye) kavuşmak olacaktır.. demek ki "birincil manada tözler", kişinin kendi dünyasını kurması kadar onun kendisiyle ve yek diğerleriyle de iletişime geçebilmesini sağlayan ortak zemindir..
imdi, "ikincil manada tözler ise her ne kadar yaşam ve tecrübe alanından uzakta, gerinin karanlık gölgesinde kalsalar bile 'bir şeyin(nesnenin yahut insanın) bir şey' olmasını, karşımıza aldığımızın "bu" halini alarak konuşmaya imkan tanımasını sağlayanlardır" önümüze serilmiş oldu.. yani yemek yeme ve üreme ile "gündelik tutkular" bir yana esas yaşamı ve devamı için uğraş verdiğimiz bir "ego-ben" var karşımızda, ve bunun ne sıfatlarla ne de şekillenmelerle bir alakası da yok.. ve bir insanla iletişim kurmak için yeterli deneyim ve malzemeyle yaklaşım sağlanır, bu öz üzerinden bir paylaşım-aktarım gerçekleştirilebilirse beher gün yapılagelenler ve dahi genel anlamda edinilenlerin ortaya serilmesine, onlar üzerinden vakit kaybına da gerek olmaz.. her insanın ayrı bir dünyalığında ortak zemini ve hakiki manada iletişimi kuracak olan kanal da buradan geçiyor olsa gerek..
işte bu yönüyle ikincil manada tözler, imkanı vermesi ve zemini kurmasıyla "asli manada tözler"e dönüşür.. işte bu ikiliğin daha da açılıp hayatın içindeki diğer kavramlara uygulanması mümkün.. hele ki "üzeri örtülmüş" kavramlarla ilerlerken bu ayrımın yapılması bizler için esas kurtuluş alanı olacak ve "bir şeyi o şey olarak" yakalamak mümkün olacak.. tıpkı "ölen kişinin ardından aslen kendimize üzüldüğümüzü" yahut sergilenen ve iletişimi üzerinde inşa ettiğimiz "nezaket"in yeri geldiğinde farketmeksizin iletişimi yok ettiğini farketmemiz gibi..
öte yandan insanı insan yapan (t)öz ile bir insanı o insan kılanların nerede ayrıldığı ve başladığı ise ayrıca hesabı verilmesi gereken bir konu..
fakat unutulmaması gereken bu iki alanın ancak birlikte "bir şey" olacağı.. zira bu yaklaşımı gütmediğimizde addedişler cennetinde tatlı bir rüyaya kapılmak yahut fildişi kulelerde bitmez inzivalara garkolmak işten bile olmayacaktır.. hani bu yönüyle "asli mana" için uğraşıyor olsak da onun zemini ve imkanı da bir ölçüde birincil manadan ve sıfat-edim-şekillenişlerden geçmekte.. demek ki 'ağırlık verme' lüksünden önce bu noktada kendimizi tartmak ve konumlandırmak zorundayız.. değilse varış noktasından ziyade başlangıç noktasını birincil yahut ikincilde konumlandırdığımızda değil bir menzile varmak layığıyla yola çıkmak,yaşamak bile imkansızlaşacak..

27.03.2006

kılavuz

yazı yahut dile getirilmiş..
iç ses yahut yorumlamalar..
dış ses yahut ad koymalar..

yine şu mağara meselesi

ne olduğunu bildiğim bir mağaraya girmişim de ilerliyorum öylece.. elimde bir "şimdi"nin ve imkanların feneri, anca üç-beş metre önümü ve ardımı görüyorum da ses edemiyorum pek ne geldiğim yerlere ne geleceğim yerlere.. bazı karışmıyor da değil; kaçıncı dönemeçti bu, güzergahım nerlerdendi ve aşağıya-yukarıya, sağa-sola ne ilerlemeler-gerilemeler kaydedebilmiştim.. aynı şekilde meçhul çoğu zaman, bir sonraki dönemeç nere ulaştırır ki beni; ne de olsa az biraz çözdüm şu yaşam mağarasını da kestirebiliyorum tercihlerimin muhtemel akislerini-sonuçlarını.. ne kadar ve ne denli bilsem, bildiğimi hissetsem de ilerliyorum aslında bilmeksizin öylece, anca üç-beş metre önümü ve ardımı görerek.. ne bir garantim var kurtarıcım olacak, başım sıkıştıkça derdime derman olacak ne de bildiğim-öğrendiğim dönemeçleri hatırlayışıma güvenim..
sanırım gizem biraz da burada çözülecek..
esas bu görme ve bilebilmelerimin altı dolduruldukça, nasıl oluyor da iki karanlık, geçmişle gelecek arasına sıkışmış aydınlığa, şimdiye sığınıyorumun cevabını aldıkça yol katetmiş olacağım.. yoksa anca önüme verilmişi doğruca okumayı başaramazsam beher aydınlıkta şaşmamın ve yerimde saymamın önüne geçemem hiç.. ve nasıl olacak da aynı duvarlara ve dehlize bakıp ayrı yahut aynı anlamları çıkaracak gücü bulabileceğim kendimde..
yaşam tekdüzeliğinde ve tekrarlarında ve varsaymalarında kimi zaman bir şeylere adanmış, çıkılacak yer garantilenmiş ya da dehlizleri çözülmüş, köşe taşlarına-başlarına yönlendirmeleri konmuş akarken ben bulabilecek miyim yerimi yönümü ne ne mağarasına girdiğimi bilmeksizin ne de tabelalara muhtaç olmaksızın..

sıkıntı

şu an beliren ya da çoğu vakit sinsi bir hastalık gibi zayıf düşmelerimi kollayıp bazı baskın çıkan bazı baskın çıkılan haliyle serde beliveriren sıkıntının kaynağı nerde? anlatacak bir şey bulamamaktan mı anlatıp durmaktan mı.. yazmaktan mı yazamamaktan mı.. kim bilir belki de yaşamaktan yahut yaşayamamaktandır..
1.
evet, anlatmak bir ihtiyaç.. en başta kendini yakalamanın ve başkasını kendine şahit kılmanın.. öyle ki illaki öze dokunmasına da gerek yok, "laf için laf" bile yetiyor yakalamaya ve yakalanmaya.. hele o abus sabahlarda "bir insana" düşkün-muhtaç yol gözlemeler, "buna değmemiş"ten farksız laflamalar.. fakat bir o kadar da (ancak) "bakıldığında görün"e de ters bu muhtaçlık.. köşede sakin ve uslu, kendine yeter ve olgun durmak varken kendini ortalara-meydanlara atmak, hele ki bunları öze dokunmak adına sürdürmek saçma değil mi? söylenenin ne hak edişi ne de yerindeliği yok edemiyor gereksizliğini.. zira hala boş "görünme"nin ve konuşmanın altı ne de olsa.. kendini satma ve pazarlamanın aczine düşmüş, genel geçerinden istediği kadar kurtulmuş olsun bir şekilde beğenilme kaygısına bulanmış, ben burdayım haykırış ve sızlanışıyla da bir o kadar aşığalanmayı haketmiş bir vakar ve gurur.. nezaket kalesini alaşağı ederken yeni kaleler kuracak kadar da saf ve kendisine zararlı.. neden bu ihtiyaç ve kabul.. neden bu duramamak, şahit kılma kaygısı.. kendine yetersizlik mi yoksa engellenemezin şekillendirilse de dolaylılandırılsa da aslına dönüşle intikamın alınması mı? zaten en büyük fireler ve cevap veremeksizin kalmalar "kafalanan"lar karşısında, "ezik"ler meydanında değil mi.. öyle ya her tür hükümranlık ve zirveyi alaşağı etmiş, varsaymaların doruğu kılmışken nasıl olsun kendine yetmek yahut ikna edilmişleri-tabi kılınmışları sakinleştrebilmek..
yok dostum yok, bana artık istifraya mahal ve malzeme kalmadı da mide zorlandı masalını okuma hiç.. benim sorunum ne doldurmanın ne de boşaltmanın kendisine.. bizzat işleyişe, bizzat sürecin ve vaktiyle laf edilmiş "akıp gitmenin" kısır döngüsüne.. elbet anlatmak istersen yeri gelecek anlatmamak da isteyeceksin.. hani bir başarsan susmayı, olmadı onu yapamıyorsan "bakıldığında görün"ün altını doldurmayı belki geçecek sıkıntın.. ne göze sokmalarını dert edeceksin ne de çırpınıp durmalarını..
zaten pek de laf edemiyorum "anlatma"ya.. ama ...

23.03.2006

nereden başlamalı, nerlerede gezinmeli

evet yerinde ve hesabı verilmesi gerekli bir soru; " neden bu konularda, eskide bıraktım dediğim meselerde kafa patlatıp duruyorum.. neden göndermelerimin ve açıklamalarımın pek çoğu 'geçmiş'e dair? ("geçmiş hiç kaybolmayacağına inanadığımız ama her zaman kaybolan bir serap(e.öz)"tı, ne çabuk unuttun).. bu bir samimiyetsizlik mi, kopamayış ve kendini inkar mı yoksa aslını görmezden gelme çabası mı? hadi diyelim bunların, ilk yaklaşımın cevapları bulundu o vakit bu durumun srockholm sendromu'ndan öte bir şey olmadığını nasıl anlayacağım? ya aslında çoktan farklısını oluşturmuşluğuma rağmen yerinde saymaya, düştüğüm bir çıkmaza sürükleniyorsam?
evet cevap öyle olmalı ki ne geride bıraktıklarım önünde engel olsun ne de beni köksüzlükte, virane bekçiliğinde bıraksın..
belki de bu yüzden çalışmaya buradan başladım, 'insanı insan yapan nedir'in, 'insanda değişenler ve değişmeyenler nelerdir'in peşine düştüm.. ki zaten inkar edilenlere tekrar tekrar geri dönmek yeniden kendimi konumlandırabilmemi, zeminsizlik ve köksüzlük tehlikesine düşmememi sağlamayacak mı?
evet öyle bir denge ki ne değişim ve dönüşümle açıklanabileceği ne de sabitlik ve katılılıkla izah edilemeyeni bir arada tutup akla mukayyetliği sağlasın.. "ben hala aynı hassasiyetlere sahip benim" de çıksın ortaya "benim bu hayatta şu sigaradan başka ne bir alışkanlığım ne de devamlılık ve bağlılığım var" da..

“Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi murâd ettim ve bunun için âlemi yarattım.”

aylar sonra gelen cevap.. hem de en temele oturdu.. demek beyin biz farketmesek de, bizden çok bizi düşünürmüş..

İslam inancında, peygamberin kuranda yer almayan ve onun-yaratıcının ağından sarf ettiği sözlerden birisi olan ve tasavvufçuların kâmil-olgun insanı tanımlamak için tercih ettiği bu kutsi hadisi “insanı ve onun var oluşunu” anlamak için yorumlamak da mümkün. Zira bir olgu olarak İslam dini ele alındığında onun yaratıcıya dair getirdiği açıklamalar elbette ki dinin kulluğu ve insanı anlatmaya girişmesiyle bizlere ipucu verecektir. Yine olgunun, paranteze aldığımız inancın yorumuna devam edersek şunu da eklemek mümkün; yaratan, kulunu ve onların en mükemmeli addettiği peygamberini kendisine ayna olması için yaratmıştır. Fakat burada aynalığı açmak gerekir. Kasıt yaratıcının bir bedende hayat bulması değil, bizzat aynaya yansıyan görüntünün varlık olmaktan ziyade hatırlatıcı bir hayal olması gibi imkâna işaret edebilirliğidir. Zaten dinin ve tasavvufun inananını ulaştırmak istediği, ona işaret ettiği makam da aynalığının yani (yaratıcıyı aksettirebilme ve ona ulaşabilme) imkânlılığının idrakine vararak, yaratılışına uygun hareket etmesidir.
Şimdi buradan çıkartacağımız iki soru var: İnsanın-kulun aynalığını üstlendiği Yüce Yaratıcı neden bilinmeyi murad etmiştir? Bu isteğin, yönelme ve hareketliliğini eksiklik yahut zaaf belirtisi olmaksızın açıklanması gerekecek. Ki böylelikle O’nun yakalanabilmesinde, aksettirilebilmesinde araç olan, bu araçlılığın imkânını taşıyan insanın, parantezi ortadan kaldırdığımızda kendi varlığını açıklayabilmesini sağlayalım. Hani cevabımız öyle olmalı ki kişi kendisine baktığında, hele ki baktığında gördüğünü sorgulamaya girişiğinde, kendisinin ve sorgulamasının altını doldurabilsin. Hele ki felsefe yapmanın bizzat bu “soru sorma” edimi oluşunu göz önünde bulundurursak giriştiğimiz uğraşın “sorgulamayı sorgulamak” ve felsefenin ne’liğini açmak olduğu aşikârdır. Bir insan olarak ben, neden kendi varlığımı sorgulamaya girişiyorum? Aynı zamanda yeni sorular da beliriyor; bunu bir ihtiyaca binaen mi yapıyorum, yoksa doğam gereği mi hareket etmiş oluyorum. O zaman bu “doğa”ya dair neler diyebilirim. İkinci ana soruda karşımıza çıkacak olan “olgun insan” olmamın, hani insani hareket etmememin önünde bir engel midir “sorgulamayışım”? Ve ben bu sorgulamaya girişmeden de kendime zarar vermeksizin hayatımı sürdürebilir miyim?
Öte yandan iyi bir kul, kâmil bir insan olmama yol gösteren dini öğreti, parantez ortadan kaldırıldığında insan ve insanlığa dair nereye tekabül eder? Buna öyle cevaplar bulmayım ki bana ‘bir insanı değerli kılan nedir?’i versin. Hani mevkiim, sıfatım yahut yaptığım işten bağımsız olarak yapış şeklimden gelen-gelecek olan değerliliğimin nerede temellendiğini bulabileyim. Sadece bana öyle geldiği ve benim kabul ettiğim için hayatımı ve varlılığımı haklılaştıracak değerlerin ötesinde, bulunduğum nokta ve mensubiyetlerden azade bir mihenk taşı var mıdır ve varsa bunu nasıl öğrenebilirim?

sanırım

yaşamımdan kesitler olsun istemiştim buraya başlarken ama itiraf etmeliyim ki başta kendimden beklediğim kadar yazma konusunda ısrarcı ve takipçi olamadım.. fakat bugün itibariyle düşünce kesitlerime ve çalışmama hasredebilirmişim gibi geldi.. böylelikle amacıma da ulaşabilirim..
bir de beni engelleyen şey zemini belirleyemem oldu şimdiye dek.. her ne kadar zeminsizlikte yol alayım demiş olsam da anlaşılan zeminsizlikte yol almak pek de haddim olan bir tarz değilmiş..
o vakit çekileyim aradan da metinler konuşsun kendi dillerinde..

geride yatan

olayın koptuğu bir diğer nokta ise iki geride yatanın birbiriyle çakışması..
zira "bir insanı, o insan yapan", şahsileşmesini (şahıs-kişi olmasını) sağlayan kısımın varlığını kabul edişimiz üzerinden yaşama dair, hani bu dünyaya-gündeliğe ait olanları attığımızda karşımıza çıkacak olan "o kimseyi, o kimse yapan şey" olacaktır.. ki bunun üzerine çalışmak, bu ayrımın doğasını çizip açıklamak ilk adımda yapılması gerekendir.. neler yapılır ve hangi kaynaklardan beslenilir ki, en basitinden değişik bilimlerin aynı şartlarda hayat bulup yetişen ikizlerin ayrılmasına dair geitrdiği açıklamalar benzerinden, şahıs oluşturulur..
elbette burada "insanın başlı başına bir terkip yığını olduğu" yorumu da es geçilmemeli.. karşımıza çıkan ve edindiğimiz "şekillenme şartlarından" bize uyanları alıp, uymayanları geride bırakıyor ve kendimizi oluşturuyoruz.. demek ki ilk sorumuz bu yapının, seçme-benimseme yahut üzerinde durmama yapısının nasıl işlediğine dair..

fakat aynı şekilde "bir insanı, insan yapan", hani onu yekdiğer insanlardan ayıran özellikler (o yahut bir kişi) bir kenara bırakıldığında, o şahsın oluşturulmasından ziyade (herhangi) bir insanın inşasının nasılına yoğunlaştığımızda da karşımıza bir geride yatan çıkacaktır.. öyle bir işleyiş yakalanmalı ki belli bir altyapıya uygulandığında bunun yardımıyla insanın doğuşuna şahit olabilelim.. elbette bu durumda hangi altyapıdan ve gerekliliklerden bahsettiğimizin de açıklanması gerekecek.. aynı zamanda bu cevap, bir insana yahut kendimize yoğunlaştığımızda, her (bir) insanın ayrı dünyalığında kaybolmadan, diğer insanlara ulaşabilmemizi, herbirimizde gizlenmiş aynılığın elde edilmesini sağlayabilecek.. işte (her tür) iletişimin mevzilenip hayat bulacağı kaynak da burası olacak..

demek ki insanı diğer canlılardan ve doğadan ayırarak "insan" kılan ve aynı şekilde onun diğer insanlar arasından sıyrılmasını sağlayarak "o insan" yapan mekanizmalardan bahsediyoruz.. o vakit "insan" ve "bu insan" temelinde inşa edilecek dörtlü alanımız gözler önüne serilmiş oldu..