3.10.2020

Tatlıcılar Tekkesi

Ekili alanları, orada çalışanları geçip ana binaya doğru yürüdüm. Onlarca kişi özenli bir çalışkanlıkla kendi işiyle meşguldü, beni umursayan yoktu. Nal şeklinde büyükçe binanın önündeki avlu meyve ağaçlarıyla, sebze ve çiçek tarhlarıyla bezeliydi. Merkezde büyükçe bir giriş ve avluya bakan duvarlarda pek çok kapı vardı. Binanın bir yanında işlikler diğer ucundaysa mutfak gereçleri vardı. Mutfağa yöneldim, kapıda beni karşılayan ihtiyar şöyle bir süzüp elimdeki kırbayı aldı, girişin yanındaki taş oturağı işaret etti, oturdum. Birazdan elinde sıcak süt ve çörekle geldi, elime tutuşturup geri döndü. Sütten bir yudum aldım ama çobanın dedikleri aklıma gelince durdum. İçeri girip çıkanlar, bir şeyler taşıyanlar hummalı bir hazırlık içerisindeydiler. Gözlendiğimin farkındaydım ama kimsenin bakışını yakalayamadığım için harekete geçemiyor, orada öylece oturuyordum. Derken uzunca boylu, üstü başı özensiz sarıca bir derviş gelip hoyratça omzuma vurup peşi sıra çağırdı. Davranışları ve sözleri de en az kıyafetleri kadar hoyrat ve yabaniydi. Kiler benzeri bir odacığa girip bir peynir tulumunu yüklendik. Kaşla göz arasında ama fark etmemi de umursamadan irice bir dilimi kesip kuşağına sokuverdi. Sonrasında kendimi günler sürecek bir hengâmenin içerisinde buldum. Beni Sarı’dan başkasının görüp işittiği yok gibiydi. Onun yamağı olmuştum. Ortalığı toplayıp süpürüyor, bulaşıkları yıkıyor, mutfağın her türlü işine koşturuluyordum. Sabah gün doğmadan uyanıp ustam paydos verdiğinde onunla paylaştığım kilerin hemen yanındaki hücreye çekilene değin gün boyunca çalışıyordum. Yüze yakın olduğunu tahmin ettiğim boğazı beslemek için koca kazanlarda sürekli bir şeyler pişiriliyor, bir yandan kışa hazırlıklar yapılıyordu. Henüz mutfak çevresi ve hücremin dışında bir yere adım atmamış, ancak arada yemek yemeye gelen dervişleri ve hazırlananlarla boş kapları taşıyanları görmüştüm. Etraftaki herkes hummalı ama düzenli bir döngüde kendi işini yapıyordu. Bu muazzam ahenkte sadece iki husus beni rahatsız ediyordu. Sarı bazen yanına bir iş için gelenlerle kaş-göz işaretiyle yahut duyamadığım fısıltılarla bir şeyler paylaşıyordu. İlk gün beni karşılayan ve mutfağı yönettiği aşikar olan ihtiyara duyurmamaya özen gösteriyordu ama ne beni ne de bir başkasını umursadığı yoktu. Bu umarsızlığına neredeyse kilerden çıkan her malzemeden aynı ve belirli bir oranda alıverdiği kuşak hakkı da dahildi. Bir de bazı geceler usulca yatağından kalkıp akşamdan hazırladığı çıkınını kuşanıp saatler sonra gelmek üzere hücreden çıkıyordu. Yedinci günün sabahına daha erken ve iştiyakla uyandık. Yemekler bugün daha özenle ve fazlaca pişiriliyordu. Ayrıca diğer günlerin aksine çeşit çeşit tatlılar hazırlanıyordu. Öğleden sonra ahali yavaş yavaş gelmeye başladı. Konuşulanlardan anladığım kadarıyla daha ziyade ovada yaşayanlardı ama aralarında komşu yörelerden gelenler, tüccarlar, gezginler ve yolu buraya düşenler de vardı. Beni bahçenin girişine dikip elimde tepsi her gelene bir tatlı ikram etmekle memur etmişlerdi. Gün devrederken sofralar kuruldu, yemekler yendi. Güneş battığında ziyafet sona ermiş gelenler birer ikişer yola koyulmuştu. Günlerdir zaten ağır bir tempoda çalışıyordum. Bugün ise bitmek bilmiyordu ve daha sofralar toplanacak, bulaşıklar yıkanacaktı. Etrafın toplanması, gelenlerden bazıların getirdiği erzağın yerleştirilmesi derken daha saatler sürecek iş vardı. Yorgunluğun da etkisiyle yeniden bir hüzün boğazıma dizildi. Ağlamak üzereydim. Burada ne yapıyordum? Oyuktan çıktığım ve buraya geldiğim günden beri hiç sormamıştım bunu. O sırada etrafta bir telaş baş gösterdi. Ardından pirin ilk defa binadan çıktığını gördüm. Mutfak sorumlusu ihtiyar yanında el pençe ona eşlik ediyordu. Etrafı süzerek yanımıza dek geldi. Yanağıma şefkatle dokunup bahçede gezinmeye devam etti. O an tüy gibi hafiflediğimi hissettim. Sarı dışında ilk kez varlığım fark ediliyor hatta onurlandırılıyordum. Biraz önceki yeis ve şüphelerim yok olmuştu. Bu minvalde haftalar geçti. Yine orada yoktum, sabahtan akşama değin sürekli çalışıyor, haftada bir taltif edilmem dışında ve Sarı hariç kimse tarafından umursanmıyordum. Biraz da bu gölgede kalışımın rahatlığıyla etrafı gözlemlemeye daha bir özen gösterdim. Hala mutfak, kiler ve hücre üçgeninden de kurtulmuş değildim. Çok az konuşuluyor, şaşmaz bir ahenkle dergahın ve etraftaki bağ bahçelerin işleri hallediliyor ve haftada bir misafirler ağırlanıyordu. Dervişlerin bazıları akşamları pirin huzurunda meşk ediyordu. Sadece işçilik edenler de vardı. Bir de binanın arkasında kalan hücrelere çile çekmeye girenler oluyordu. Onların yemeği ayrıca günde bir kere hazırlanıp gönderiliyordu. Görünüşte kimse kimseye karışmıyor, herkes istediğince davranıyor görünüyordu. Ama ihtiyarın çilehanelere gönderdiği tabakların her birini farklı hazırlatmasından herkesin bir kurallar manzumesinde hareket ettiğini anlaşılıyordu. Sadece Sarı pervasızca davranıyor, başta kuşağına sıkıştırdığı erzaklar olmak üzere arada kendi kafasına göre işler yapıyordu. Dervişleri heyecanlandıran yegane üç olay vardı; pirin huzurunda meşke katılmak, çilehanede inzivaya çekilmek ve semaya çıkmak. Haftada bir verilen ziyafeti hiçbirisi umursamıyor görünüyordu. Bana sunulan sınırların dışına çıkmaya hiç yeltenmedim. Ama birileriyle konuşmak, hele pirin dikkatini çekmek için can atıyordum. Fakat nedense burasının bana kapalı olduğunu biliyordum. Çilehaneye gönderilmekten de ödüm kopuyordu. Sıklıkla rüyamı hatırlıyor, orada bulunanları ve sorularıma cevap verecek kimseyi merak ediyordum. Dertleşememek büyük bir dert olmaya başlamıştı. Bu nedenle dervişlerin fısıldaşarak bahsettikleri semanın peşine düştüm. Bunun sorumlusu Sarı’ydı ve büyük bir gizlilikle hareket ediyordu. Birkaç kere sormaya yeltenecek olduğumda o pis sırıtışıyla beni geçiştirmişti. Bir gece tam uyuyacakken Sema’ya hakikaten çıkmak isteyip istemediğimi sordu. … Neredeyse hiç gözümü kırpmadan ve heyecandan zerre kıpırdayamadan yatağıma uzandım. Geçmek bilmeyen saatler sonrasında beni dürtmesiyle yataktan doğrulup Sarı’nın peşine düştüm. Ayaklarımızın ucunda tekkeden uzaklaşıp tepeye doğru çıkmaya başladık.

Oyuk - Yola çıkış

… Bütün akşam zihnimde oyuk vardı. Oraya gitmek için can atıyordum. Ahaliyle vedalaşıp yatağa uzandığımda kalbim heyecanla çarpıyordu. Uyumam kolay olmadı ama sonrasında deliksiz ve rüyasız bir uykuya daldım. Ertesi sabah içimdeki heyecan hiç azalmamış bir şekilde birden uyandım. Hemen toparlanıp gün doğmadan köyün tepesine doğru yollandım. Etraf henüz aydınlanmamıştı ama oyuğun girişini rahatça buldum. Önündeki çalılardan yakın zamanda kimsenin buraya gelmediği belli oluyordu. Başımla az yukarıdaki mezarı selamladım ve zaten fazla olmayan eşyalarımı girişe bıraktım. Dizlerim üzerinde sürünmeme gerek kalmadan hafifçe eğilerek oyuğun ağzından ilerlemeye başladım. İçim içime hepten sığmaz olmuştu. Yol zorlu değildi ama nefes nefese kalmıştım. Birkaç metreden sonra birden ferah bir aydınlığa çıkıverdim. Derin derin soluklanarak heyecanımı nafile bastırmaya çabaladım. Burası da tıpkı anlatıldığı gibiydi. Handiyse on metreküplük bir eşit aralıklı bir boşluktu. Giriş tam ortada ve aynı yükseklikteydi. Hücrenin ortasında köylülerin tarif ettiği gibi minik bir çukur vardı. Islaktı ama içerisinde su yoktu. Merakla duvarları incelemeye başladım. Artık hepten aydınlanmaya başlayan gün ışıkları belli belirsiz de olsa yardımcı oluyordu. Evet, insan eli değmemiş bölgede fazlaca bulunan doğal mağaralardan birisiydi. Orantılı küp halini sadece önümdeki çukur ve giriş bozuyordu. Girişin tam karşısına, duvara sırtımı vererek yaslanmadan oturdum. Artık heyecan yerini tatlı bir huzur ve sakinliğe bırakmıştı. İlk defa girdiğim bu hücrede içimi dinginleştiren bir aşinalık vardı. Fakat bir türlü bu tanışlığın nedenini çözemiyordum. Henüz bunun benzeri nice hücrede günler ve aylar geçireceğimi de bilmiyordum. Bildiğim yegane şey hayatım boyunca hissetmediğim bir ferahlık duygusuydu. Önümde ufak delikten tüm haşmetiyle Erciyes Dağı görünüyordu. Güneş yükselip aynı yerden belirene değin oturdum. Yıllardır susmayan zihnim ortalıktan çekilmişti. Susturmak için girdiğim onca mücadeleye rağmen başarılı olamazken şimdi ne bir düşünce ne bir his olmaksızın sadece ve sadece oturuyordum. Ancak sessizlikte nefesimi işitir olduğumda bedenimi hatırladım. Fakat çok sürmeden bu dikkatten de kurtuldum. İçinde olduğum oyuğu dahi unutmuş evrenle aynı akışta öylece duruyordum. Güneş ışıkları rahatsız edici olmaya başladığında gözlerimi kapattım. Kendimi tatlı bir uykuya usulca teslim ettim. Gözlerimi araladığımda omuz berimden kendimi ve etrafımda oturan benimle bir örnek giyinmiş diğer insanları gördüm. İçerisi gün aydınlığındaydı. Rüya gördüğümden emindim. Ama hayatımın hiçbir anını bu denli gerçeklikte yaşamamıştım. Birer omuz mesafesinde kimimiz bağdaş kurmuş kimimiz diz çökmüş çember halinde oturuyorduk. Yalnızca tam karşımda oturması gereken kimse oyuğun dışında, eşikte büyük bir vakarla diz çökmüştü. Bu kendinden eminliğini garipsememek mümkün değildi. Eşiğe yüz sürmüş ama meclise kabul edilmeden dışarıda bırakılmıştı. Oysa bunu hiç umursamadığı sanki başköşede oturur çalımından belliydi. Ben hayretle ona, merakla etrafıma bakınırken yanımda oturan zat, çukurdaki suya uzanıp elindeki kaseyi doldurdu. Bir yudum alıp yanındakine verdi. Ve sonra sırayla bir yudum alan kaseyi diğerine uzattı. Bu merasime giriştiklerinde onları incelemeye başladım. Sadece tam karşımda ama dışarıda oturan kimsenin yüzünü göremiyordum. Her birisinin ve görememe rağmen onun da siması en az bu mağaraya ilk geldiğimdeki kadar aşinaydı. Hatta kimisiyle göz göze gelip derin bir muhabbetle selamlaştık. Oysa hiçbirisini tanımıyordum. Neden sonra sıra giriştekilere geldiğinde beride kalan yoldaşlarını umursamadılar bile. Orada olmasını umursamıyorlardı. Aynı umarsızlığı beri yanımdaki sudan yudumunu alıp kaseyi yanına usulca bıraktığında kendimden yana hissettim. Gururum incindi, kalkmaya yeltendim. Fakat az önce beni selamlayan gözler aynı muhabbetle kalmamı buyurdular. Kıramadım, öylece yüksünmüş oturmaya devam ettim. Artık sadece ortadaki suya, onun belli belirsiz kıpırtılarına bakıyordum. Öylece uyudum. Gözlerimi araladığımda güneş pek yükselmemişti, hala karşımdaydı. Fakat her yanım titriyor, hissettiğim kalp kırıklığıyla gözlerim doluyordu. Hızlıca toparlanıp kendimi oyuğun dışına zor attım. Eşyalarımı yüklenip nereye gittiğimin bile farkında olmadan yürümeye başladım. Ne sabahki heyecanımdan ne de oyuğa girdiğimde hissettiğim huzurdan bir parça eser kalmamıştı. Derbeder bir halde neye olduğunu bilmeden veyl ediyor, pişmanlıkla kendimi paralıyordum. Birkaç saat öylece yürüdüğümde titremelerim geçmiş, durmaksızın akan gözyaşlarım dinmişti. Sanki gidecek bir yerim olmadan kapı dışarı edilmiştim. Bu dünyada tek başıma kalmıştım. Hiçbir yere ait değildim ve olamayacaktım. Biraz daha kendime geldiğimde çocukluğumdan bir hatırayı anımsayıverdim. Devşirme olarak götürüldüğüm Aydos Kalesinde kaldığım ilk gece de bu rüyayı görmüştüm. Tüm ayrıntılar ve hislerim aynıydı. Sadece o zaman etrafı bizatihi kendi gözlerimden izlemiştim. Bu sabah ise omzumun üzerinden, oyuğun içerisindeki kendimi de görerek seyretmiştim. O zaman yeni üstadıma rüyamı anlattığımda bunun kutsal bir görü olduğunu, sırrını ise ancak karşımda oturan zatın verebileceğini ve bu nedenle muhakkak o kişiyi bulmamı söylemişti. Hem yeni girdiğim ortamın heyecanı hem de çocuklukla pek üzerinde durmamış, birkaç gün sonra da bugüne değin tümden unutmuştum. Rüyanın kendisi yetişkinlikle tecrübe edildiğinde oldukça zorlayıcıydı. Dost meclisinde olup paylaşımdan mahrum kalmak, üstüne birden oradan ayrılmak başlı başına hüzünlüydü. Bu hüzün yıllardır ne olduğunu bilmediğim bir eksikliği arandığımı bana apaçık söylüyordu. Üstene yıllar sonra aynı deneyimi kendimden ötelenerek yaşamak bende daha sarsıcı bir etkilenmeye yol açmış, korkularımı şahlandırmıştı. Unutulan bir hatıra gibi üzerini örttüğüm o kör kuyu hayatımın her daim tam ortasındaydı. Tüm çabalarım oraya düşmemek içindi. Üzeri örtüldüğü için ne olduğunu bilmediğim bir korku tüm benliğimi ele geçirmişti. Oysa üzerine gitmeli, en azından bana rehber olabilecek o zatı bulmalıydım. Ancak o zaman o muhabbet halkasının nerede olduğunu öğrenecek, neden onun dışında kaldığımızı anlayabilecektim. Üzerini örttüğüm için beni kocaman bir korkak yapan bu arayışıma bir yenisi daha eklenmişti; kendimi de kaybetmiş durumdaydım. Doğduğum toprakları ziyaret için yaşadığım köyümden ayrılırken bir daha oraya geri dönmeyebileceğimi biliyordum. Tüm vedalarımı, yol hazırlıklarımı bu doğrultuda yapmıştım. O yüzden oyuktan çıktığımdan beri sürdürdüğüm deli divane gidişime karışmadım. Gücüm tükenene değin hayat bulduğum ama sonra bir daha hiç görmediğim için bana yabancı bu diyarlarda yürüdüm durdum. Her adımda yıllarca eksikliğini hissettiğim duygu belirginleşiyordu. Yuvasından bir kere ayrılan için bu dünya hepten bir gurbete dönüşürdü. Akağını bulamayan bir su olarak huzursuz yaşamam kaçınılmazdı. Fakat ben neyin eksikliğini duyduğumu bilmediğim için sadece huzuru bulamadan devam etmiş durmuştum. Şimdiyse büyük bir heyecanla girdiğim oyuğumdan dahi kovulmuş, bir meclise ait olamamanın, cevaplarımı bilen kimseye ne soru soracağımı, onun nerede bulacağımı bilmemenin üzüntüsünü yaşıyordum. Akşam çökerken rastladığım genç bir çoban ve sürüsünün yanına kendimi bırakıverdim. Ateş başında nasibimizi yerken ne o bana bir kelam etti ne de ben ona bir şey sordum. Gün ışırken kalkıp sürüyü otlatarak ilerlemeye, gün devrederken konaklamaya başladık. Gittikçe kendime geliyordum ama tüm benliğimi kaplayan bir mahzunlukla arada gözyaşlarıma engel olamıyordum. O zamanlarda yoldaşım ve rehberim olan genç çoban ondan beklenmeyecek bir olgunlukla omzuma vuruyor “bu da geçer ya hu” diyordu. Günler sonra bir öğlen vakti bir tepeliğin sırtlarına vardığımızda rehberim aşağıdaki şehri işaret edip “Benim yolum bura” dedi. Sırtıma koca bir kırba sütü yüklerken de az yukarıdaki bir çiftliği gösterip “Kimi bulduğunda yer, bulamadığında şükreder. Kimi bulduğunu paylaşır, bulamayınca şükreder. Belli ki sen hiçbirisi değilsin ama ikisini de orada bulabilirsin. Erenlere selam eyle.” diye ekleyip sürüsüyle yürüdü gitti.  

Çığlık

Büyük bir çığlık sesim. Kendime, hayata, insanlığıma ünlendiğim, seslenmemle de gürlüğünden ürktüğüm bir çığlık. Kısmak istedim, bastırmak istedim. Elindeki tepsiye odaklanıp yolu ıskalayana döndüm. Artık sesimin içeriği de çığlıktan başka bir şeye dönmez oldu. Anlamsız, tiz, kulak tırmalayan. Sustum. Oysa yanılgılardan dert yanmak istiyordum. En başta yuvama ve orada bulduğum kendimin bizatihi kendisine karşı çıkmak istemiştim. Olmayla beraber gelen zaten bir havada kalış vardı. Bunu kanıksamak, ayaklar yere basarmış gibi eylemek gerekiyordu. Ben yapamıyordum. Sesim ilahi de çıkmamalı, kerameti kendinden de menkul olmamalı dedim. İşte orada sesime döndüm, odaklandım. Öylece kaldım. Sonra kızdım, hırçınlaştım. Anlamsızlığın ortasında anlam telaşı ne boşaydı? Camı açtım, cama çıktım, olduğum yerde kuyruğumu kovaladım, yaşamadan yaşıyorcasına yaşamalara heveslendim. Madem karayla ak bana verilmişti ama reddetmiştim o zaman ikisi de olmamalıyım dedim. Şimdi var bir hayalim. Korkularım daha çok. Anlamsızlığım, ayaklarımdan ziyade aklımın havadalığı daha fazla. Peygamberliğin gelmesinin boşa olduğunu biliyordum. İlhamın da. Kendi yağım bile olsun istememiştim zaten. Kelimelerim ve insanlarım yeterdi bana. Önce kelimelerin savruldu sonra insanlarımı gönderdim teker teker. Kavgam kendi gölgemleyse hem gölge hem de ışığı kesen olmam gerekmez mi?