Tatlıcılar Tekkesi
Ekili alanları, orada çalışanları geçip ana binaya doğru yürüdüm. Onlarca kişi özenli bir çalışkanlıkla kendi işiyle meşguldü, beni umursayan yoktu. Nal şeklinde büyükçe binanın önündeki avlu meyve ağaçlarıyla, sebze ve çiçek tarhlarıyla bezeliydi. Merkezde büyükçe bir giriş ve avluya bakan duvarlarda pek çok kapı vardı. Binanın bir yanında işlikler diğer ucundaysa mutfak gereçleri vardı. Mutfağa yöneldim, kapıda beni karşılayan ihtiyar şöyle bir süzüp elimdeki kırbayı aldı, girişin yanındaki taş oturağı işaret etti, oturdum. Birazdan elinde sıcak süt ve çörekle geldi, elime tutuşturup geri döndü. Sütten bir yudum aldım ama çobanın dedikleri aklıma gelince durdum. İçeri girip çıkanlar, bir şeyler taşıyanlar hummalı bir hazırlık içerisindeydiler. Gözlendiğimin farkındaydım ama kimsenin bakışını yakalayamadığım için harekete geçemiyor, orada öylece oturuyordum. Derken uzunca boylu, üstü başı özensiz sarıca bir derviş gelip hoyratça omzuma vurup peşi sıra çağırdı. Davranışları ve sözleri de en az kıyafetleri kadar hoyrat ve yabaniydi. Kiler benzeri bir odacığa girip bir peynir tulumunu yüklendik. Kaşla göz arasında ama fark etmemi de umursamadan irice bir dilimi kesip kuşağına sokuverdi. Sonrasında kendimi günler sürecek bir hengâmenin içerisinde buldum. Beni Sarı’dan başkasının görüp işittiği yok gibiydi. Onun yamağı olmuştum. Ortalığı toplayıp süpürüyor, bulaşıkları yıkıyor, mutfağın her türlü işine koşturuluyordum. Sabah gün doğmadan uyanıp ustam paydos verdiğinde onunla paylaştığım kilerin hemen yanındaki hücreye çekilene değin gün boyunca çalışıyordum. Yüze yakın olduğunu tahmin ettiğim boğazı beslemek için koca kazanlarda sürekli bir şeyler pişiriliyor, bir yandan kışa hazırlıklar yapılıyordu. Henüz mutfak çevresi ve hücremin dışında bir yere adım atmamış, ancak arada yemek yemeye gelen dervişleri ve hazırlananlarla boş kapları taşıyanları görmüştüm. Etraftaki herkes hummalı ama düzenli bir döngüde kendi işini yapıyordu. Bu muazzam ahenkte sadece iki husus beni rahatsız ediyordu. Sarı bazen yanına bir iş için gelenlerle kaş-göz işaretiyle yahut duyamadığım fısıltılarla bir şeyler paylaşıyordu. İlk gün beni karşılayan ve mutfağı yönettiği aşikar olan ihtiyara duyurmamaya özen gösteriyordu ama ne beni ne de bir başkasını umursadığı yoktu. Bu umarsızlığına neredeyse kilerden çıkan her malzemeden aynı ve belirli bir oranda alıverdiği kuşak hakkı da dahildi. Bir de bazı geceler usulca yatağından kalkıp akşamdan hazırladığı çıkınını kuşanıp saatler sonra gelmek üzere hücreden çıkıyordu. Yedinci günün sabahına daha erken ve iştiyakla uyandık. Yemekler bugün daha özenle ve fazlaca pişiriliyordu. Ayrıca diğer günlerin aksine çeşit çeşit tatlılar hazırlanıyordu. Öğleden sonra ahali yavaş yavaş gelmeye başladı. Konuşulanlardan anladığım kadarıyla daha ziyade ovada yaşayanlardı ama aralarında komşu yörelerden gelenler, tüccarlar, gezginler ve yolu buraya düşenler de vardı. Beni bahçenin girişine dikip elimde tepsi her gelene bir tatlı ikram etmekle memur etmişlerdi. Gün devrederken sofralar kuruldu, yemekler yendi. Güneş battığında ziyafet sona ermiş gelenler birer ikişer yola koyulmuştu. Günlerdir zaten ağır bir tempoda çalışıyordum. Bugün ise bitmek bilmiyordu ve daha sofralar toplanacak, bulaşıklar yıkanacaktı. Etrafın toplanması, gelenlerden bazıların getirdiği erzağın yerleştirilmesi derken daha saatler sürecek iş vardı. Yorgunluğun da etkisiyle yeniden bir hüzün boğazıma dizildi. Ağlamak üzereydim. Burada ne yapıyordum? Oyuktan çıktığım ve buraya geldiğim günden beri hiç sormamıştım bunu. O sırada etrafta bir telaş baş gösterdi. Ardından pirin ilk defa binadan çıktığını gördüm. Mutfak sorumlusu ihtiyar yanında el pençe ona eşlik ediyordu. Etrafı süzerek yanımıza dek geldi. Yanağıma şefkatle dokunup bahçede gezinmeye devam etti. O an tüy gibi hafiflediğimi hissettim. Sarı dışında ilk kez varlığım fark ediliyor hatta onurlandırılıyordum. Biraz önceki yeis ve şüphelerim yok olmuştu. Bu minvalde haftalar geçti. Yine orada yoktum, sabahtan akşama değin sürekli çalışıyor, haftada bir taltif edilmem dışında ve Sarı hariç kimse tarafından umursanmıyordum. Biraz da bu gölgede kalışımın rahatlığıyla etrafı gözlemlemeye daha bir özen gösterdim. Hala mutfak, kiler ve hücre üçgeninden de kurtulmuş değildim. Çok az konuşuluyor, şaşmaz bir ahenkle dergahın ve etraftaki bağ bahçelerin işleri hallediliyor ve haftada bir misafirler ağırlanıyordu. Dervişlerin bazıları akşamları pirin huzurunda meşk ediyordu. Sadece işçilik edenler de vardı. Bir de binanın arkasında kalan hücrelere çile çekmeye girenler oluyordu. Onların yemeği ayrıca günde bir kere hazırlanıp gönderiliyordu. Görünüşte kimse kimseye karışmıyor, herkes istediğince davranıyor görünüyordu. Ama ihtiyarın çilehanelere gönderdiği tabakların her birini farklı hazırlatmasından herkesin bir kurallar manzumesinde hareket ettiğini anlaşılıyordu. Sadece Sarı pervasızca davranıyor, başta kuşağına sıkıştırdığı erzaklar olmak üzere arada kendi kafasına göre işler yapıyordu. Dervişleri heyecanlandıran yegane üç olay vardı; pirin huzurunda meşke katılmak, çilehanede inzivaya çekilmek ve semaya çıkmak. Haftada bir verilen ziyafeti hiçbirisi umursamıyor görünüyordu. Bana sunulan sınırların dışına çıkmaya hiç yeltenmedim. Ama birileriyle konuşmak, hele pirin dikkatini çekmek için can atıyordum. Fakat nedense burasının bana kapalı olduğunu biliyordum. Çilehaneye gönderilmekten de ödüm kopuyordu. Sıklıkla rüyamı hatırlıyor, orada bulunanları ve sorularıma cevap verecek kimseyi merak ediyordum. Dertleşememek büyük bir dert olmaya başlamıştı. Bu nedenle dervişlerin fısıldaşarak bahsettikleri semanın peşine düştüm. Bunun sorumlusu Sarı’ydı ve büyük bir gizlilikle hareket ediyordu. Birkaç kere sormaya yeltenecek olduğumda o pis sırıtışıyla beni geçiştirmişti. Bir gece tam uyuyacakken Sema’ya hakikaten çıkmak isteyip istemediğimi sordu. … Neredeyse hiç gözümü kırpmadan ve heyecandan zerre kıpırdayamadan yatağıma uzandım. Geçmek bilmeyen saatler sonrasında beni dürtmesiyle yataktan doğrulup Sarı’nın peşine düştüm. Ayaklarımızın ucunda tekkeden uzaklaşıp tepeye doğru çıkmaya başladık.