25.04.2007

gönderilmemiş mektuplar 19

Sessizlik
Şu sessizlik çıldırtıyor beni। Kelimelerimle yırtmak ve gürül gürül çağıldamak, dahası ve esası yaşamak istiyorum. Sanki yaşamak başladığında sessizlik sona erecekmiş düşüncesi yanılgıdan başkası değil aslında. Ama bu sessizlik ve sensizlik ağır geliyor işte bana. Seninle duyacağım ve kaybolacağım bir sessizlik telaşındayım ama işte şu anda, burada yok buna tahammülüm. Ve gariptir senin bile haberin yok ne sessizlikten ne de çağıldamak isteyişimden. Sanki bir “görüşmek temennisi”ne sığınır gibi sığınıyor ve içimi rahatlatmaya çabalıyorum bu sessizlik karşısında. Ve emin de değilim sen olsan ne fark edecek olmasan ne fark edecekten yana; sensizlikten ve sessizlikten muzdarip yatağıma ve kendime sığınmışken. Bilmiyor ve bilemiyorum ve bunun ağırlığıyla daha da eziliyor, hissediş ve düşüncelerimden şüpheye düşüyorum; acep derdim seninle mi yoksa kendimle mi? Sana akmak ve sınırları aşmak, hem de değil zorlamak onları aşmak ve darmadağın etmek ve sel karşısında kendi çaresizliğimi sana çaresizlik ve çıkar yolu olmaksızın sunmak, armağan ederken seni mecbur bırakışla mahkum etmek istiyorum. Mahkumiyetime karar çoktan çıkmış ve itiraz kapıları bile nicedir kapanmışken bu mahkumiyeti yaşamamak için mi seni mahkum etme telaşındayım yoksa bu mahpusluğumda ve yaşamdan uzaktalığımda seni tek ve yegane ve en mümkün ışık olarak mı görüyorum bilmiyorum.
Şurası kesin ki tıpkı hayatı yaşayışım ve özgürlüğümü ilan edişim ve kendim-ben oluşum nispetinde seni çağırıyorum yanıma ve seçmeni diliyorum mahkum ettiğim kelimelerim ve benliğim ışığında।
Çünkü biliyorum ki ister dayatılmışlık olsun isterse de çıkmaz yolu seçiş, senin seçim ve kararınla aydınlanacak nicedir mahkum olduğum zindanım ve karanlığım। En ezberinden bildiğim bu yola çıkışta senle beraber ezberim şaşacak da iki artık iki dört eder keskinliğindeki bilincim şaşıp beni yapayalnız bırakacak. Yapayalnız ve yalın kalmak istiyorum, burası doğru. İsterse sen karşısına yalın ve yalnız olarak çıkmak kaygısı olsun beni cezbeden-hareket ettiren isterse de yalın ve yalnız olamayıştan serzeniş ve şikayet; ne fark eder? Sen karşısına çıkmak öyle bir huzur ki anlatma telaşını da boş kılıyor anlaşılma hezeyanını da. Sen karşısında ne geçmiş var ne de gelecek ve hatta şimdi. Zamandan münezzeh ama bir o kadar da mekana bağımlı karşına çıkmak istiyorum artık. Ses de bitsin zamanla hatta. Ne ses ne nefes ne de bir heves olmaksızın huzurda oluş ve huzuru hissediş.
Öyle bir nokta ki gözümü diktiğim, senden ve benden istisna ve uzakta, ancak sessizlikte ses bulup çağıldayacak ve en gerçekliğiyle hayat bulduğundaysa kendini yalanlayacak ve boşlayacak।
Öyle bir nokta ki gözümü diktiğim ve senden yana meyletmeni temennilediğim, ne kaçarı olsun ne de kurtarılış imkanı. Mahkumiyete, kendimiz, kurtuluş imkanlarını yok edercesine kendimizi mahkum etsin ve yanalım baştan başa. Kendimiz yakarken diğerimize alev olalım da bu cendereden kurtuluşu yalanlayalım. Kurtulmak için değil, kurtulmamak ve hayatı mahvedip feda etmek için girelim bu yola. Hem de kendimizin kaybolmayacağından yana delicesine emin ve vakti geldiğinde yek diğerini kaybedişten şüphesizken her an ve an be an kendimizin kayboluş ve yok oluş ve mahvoluşundan da şüpheli ve endişeli akmak-akıvermek bu yola.
Bir kaybeden-bir kazananın olacağı kesin bu arenada ya iki kayıp yahut iki kazanç için çırpınmak adına arenaya çıkmak ve kaybedişe kendini mahkum ederek kurtuluşu ummak। Kendimden yana soru işaretlerim ve eminsizliklerim hiçbir vakit dinmedi ki sana sormadan edemeyeyim; nedendir bu telaş ve ısrarın bana kaybettirmekten ve bilemeyişe sürüklemekten yana? Biliyorum ve bu bilişimden daha da bir pişmanım ama işte sormadan da edemiyorum neden yıkmak ister ve bir o kadar da istetirsin sınırları yıkmayı ve haddi aşmayı? Oysa senden ne bir kelime duymuşluğum var şimdiye dek ne de bir meylini hissedişim। İşte cancağız, işte böyle bir çaresizlik ve bir o kadar da eminlikte çıkıyorum karşına, ‘bu sessizliğin en güzel şarkımız olacağından’ ve hatta olduğundan yana ümit-ısrar ve temennimle।
İşte bu yüzden sana hiçbir şey dememişken çok şey demiş olduğumu ve sana yönelişimi aşikar ederek ve zamandan münezzehlikle, ki bunu sağlayan tek şey bizim ve benim iddialaşıyışım, karşına bu noktada çıkıyorum। Sınır, sınırın fark edilişiyle tarumar edildi de karşına ve huzura çıkış sağlandı. Huzurdan kovmak da huzura kabul de senin eserin ve kararın olacaksa da şu anı değil de şu durumu inşa edişle seni ve sizleri bile yalanlamıyor değilim oysa. Ama işte gene de sizden ve senden yana bir hareketi ve sessizliği bozacak bir sesi beklemeye kendimi mahkum etmiş burada-karşındayım.

Bu sessizlik ve anlam veremeyiş çıldırtıyor beni। Ama ne sesim çıkabiliyor ne de mecalim en basitinden bir hareketi mümkün kılıyor। Hayattan kopuk ama bir o kadar da kelimeleri ve onun temsil ettiği yaşamı kuşanmış, arenaya ve cepheye ve savaş meydanına sürülmek iznini almak için karşınızdayım. Hem de bir kazanan-bir kaybedenin olacağı kesin bu mecrada ya beraberce kaybolmak yahut beraberce sonsuzluğa kaydolmak temennisini güderek. Nihayetinde çok ve nice şükürler ki görüşmek kabil oldu ve karşındayım işte diyorum. Haddi ben aştım, sınırı yerle bir ettim saygısızca. Ola ki yüzümü eğdiğim yerden kaldırırsan ne sınır kalacak ne de had. Ve nice görüşmelere bir bakış, bir gülüş selam edecek de akabinde karşımıza çıkacak günler yaşanası değerliliğe kavuşacak.



Sensizlik
Seni kaç senedir ve kaç asırdır beklediğimi bilsen ne karşıma çıkarsın ne bir heyecan ve seslenişimi duymak istersin। Oysa ben de en az senin kadar bu mahkumiyete mahkum bu an ve durum için nice yıllar çırpındım। Ezdim, ezildim, sevdim, sevildim, gördüm, görüldüm, vazgeçtim, vazgeçildim, tuttum, tutuldum ve bir o kadar da karşılıksız eylemde-eyleyişte bulunup yine en azından o kadar karşılık veremediğim-veremeyeceğimle karşı karşıya geldim।
Bunca sene sana bu yazıyı yazabilmek yaşadım ve bundan delicesine eminim çünkü sen bunca sene ve yüklendiğin insanlıkla bunca asırdır ve hesabı tutulamayacak zamandır bunları okumak için yaşadın da karşıma çıktın। İşte bu yüzden basitçe bir yaşam ve yaşamaktan yana çağrı değil bu karşında duran, sen karşısında beni durdurtan। Ben ki sen karşısına çıkabilmek için bunca vakittir yaşamadan durdum ve kendimi sana sakladım, yeri ve zamanı geldiğinde kendini bana saklayabilmek için. Benim mekanım ve mecram anca kelimeler. Kelimeler ki ardı arkası boş ama bir o kadar da vaat dolu. Seni ihtimallerle yüklü ve bu yüzden delicesine zengin bir dünyaya davet ediyorum ben. “Yaşamak” bunun sadece bir nüshası, boyutu ve hatta kötü bir kopyası. Sensizliği benle beraber bir birlikteliğin ötesine, dahil olacağımız ve aslında bu satırlarla çoktan dahil olduğumuz bir sürece dahiliyete taşımak niyetim.
İşte bu yüzden karşına çıkmayışım ve kelimelere sığınışım। Sensizliği kaybetmek niyetinde değilim ve sensizliğe daha fazla tahammül de edemem.



केलिमेलेर
Bunlar yalan bir dünya। Ne aslı var ne astarı। Hatta yazılmak için yazıldıkları esas günahları-yalanlayıcıları। Ve işte bu yüzden de bir o kadar gerçekler ve üzerinde durulmalılar। Ama bu yüzden de kararı dinleyicilerine, okuyucularına vermeliler। Bu kelimeler benim kelimelerim ama benim eserim de değiller benim parçam da benim varoluşum da. Anca sessizlik ve sensizlik bozulursa, bozulmaya meyledilirse anlamlılar ve benle alakalılar. Sadece bir girizgahlar, sınırı aşmaya hevesli-haddi tanımazlığıyla güçlü yeni devrin habercisiler. Sessizlik ve sensizlik daha yeni aşılmaya, yok edilmeye bu kelimelerle başlandı. Ama devamlılığı sese ve sana bağlı bir o kadar.


Kelimeler çağıldamak niyetindeler…

Yaşamak Sevdası Yahut Nefsin Vehameti

Bazı bir yaşamak sevdasıdır düşüyor içime. Neler kaçırdığımı görüp delicesine bir istek duyuyorum; ardı sıra gelen neler kaçırdığımın farkına varışsa daha büyük bir isteksizlikle beraber geliyor. Bilmiyorum bu aldığım terbiyeden ve bir yerlerde ona rücu etmemi bekleyen aslımdan mı kaynaklanıyor ama çabalamak ve bir yerlere ulaşmaya didinmek öylesine boş ve anlamsız geliyor ki. Hani çabaladıklarım da yok değil ve tümden pes etmişliğim de ama bir yerlerde koca bir boşluk onu hangi arzu ve istekle doldurursam doldurayım daha da şişinmiş duruyor orada da yaşamak sevdasına bürünüp çıkıyor karşıma.
Bir vebalı gibi insanlara dokunmaktan ve onları çaresiz bir derde sürüklemekten korkarak uzun zamandır bu oyuna kendimi kaptırmışlığımla kaçıyor ama onlarsız, yani yaşama sevdasız da yapamıyorum. Artık unuttum bile hastalığımı ve belirtileri halen yerinde mi diye kontrol etmiyorum bile. Düştüğüm bu batakta çırpındıkça ümitlerimle beraber tükeniş ve çaresizliğim artıyor sadece. Bazen keşke duvarlara hapsetselerdi diyorum beşer-onar miligramlık kurtarış çabalarıyla yahut kitaplara, bu cümlenin aklıma-kalemime düştüğü onca yıldan bu yana. Ama çırpınsam da kabullensem de değişmiyor bir duba gibi ne batışım ne de yüzüşüm. Hani bazı dibe çöküşüme bazı sürüklenişime sevinmiyor ve hatta az biraz da yön vermiyor değilim. Lakin neler kaçırdığımı gördüğümde, hele ki kendi izlerimi, yaşam öykümü şöyle bir geriye dönüp fark ettiğimde yalanlanıyor hepsi.
Kendi kendisine oyunlar oynayan, ne işte kullanacağını bilmediği bir görünmezliği kullanmak için delicesine can atan, kavgadan-gürültüden-hengameden yahut arsızlığından veya yaramazlığından kaçıp gardıroba sığınmışken daha ilk dakikasında kimselerin peşinden, nedensizce yahut bizzat kaçış ve sığınışın emredişiyle, gelmeyeceğinden emin sıkılana kadar bekliyorum işte köşemde. Arada bir dolanıp buradayım diyorum çevreme, taşıdığım bu ölümcül mikrop ve doyumsuz bir yaşama arzumla yanınızda ve yörenizdeyim. İçler rahatlayınca rahatlıyorum ben de ve köşeme çekilmek için güç topluyorum, kimselerin ben çağırmadıkça ardımdan gelmeyeceğine ziyadesiyle emin.
Bazı tatlı düşler kuruyorum bu sürükleniş ve ortada-arada ama her daim bir şekilde saklanarak yahut izimi kaybettirerek çekildiğim köşemde. Kendi şahsımda toplanmışlığına inandığım ve değil başkasına-başkalarına anlatmak kendime bile inandırıcılığını kaybetmesin diye anca fısıldayabildiğim masallar anlatıyorum. Öyle kahramanı falan olduğum değil ama, ancak anlatıcısı olduğum-olmaya niyetlendiğim. Ve ne kadar köşemde ve çevremdekilerden uzakta ama ne varlığımı unutturacak ne de endişe ettirecek kadar da uzaklaşmadan yanlarında ve içlerinde yaşamaya devam edersem büyüyecek anlattığım ve şahsımda topladığım masallar, girdabına düştüğüm açmazla ve bazı bazı aklıma düşen yaşaşamak sevdalarıyla..
Bazı bir yaşamak sevdasıdır düşüyor da içime ne yapsam bilemiyorum; onu yok mu etsem yoksa daha da ateşlesem mi?
Sabahları seviyorum en çok, uyanmak zorunda kalmadığım ama zaten ayakta olduğum. Böylelikle hayatın en zor iki kısmı, güne başlama -şu nalet hayata bir gün daha getirme sancısı- ve günü kazasız belasızca atlatıp yarı ölüme-uykuya-bilinçsizliğe kendini salıverme kısmı. İrade buyurmaksızın ve sevdalanmaksızın aktığımı hissediyorum bu vakitlerde.

19.04.2007

sifon

Özellikle ilk kez gittiğim yahut seyrek uğradığım evlerde-misafirliklerde, hele ki yatıya kaldığımda ve geceleyin tuvaleti kullandığımda aklıma takılan bir sorun bu. Eğer az evvel orada bıraktığım sıvımın üzerine suyu boca etmezsem orayı kirli bıraktığım için birilerini, ev sahibini rahatlıkla rahatsız edebilirim. Elbette safran sarısı bir renk, hele ki ayakta bevl etmeyi adet edinen bir kimse için rahatsız edici olacaktır. Ki bu rahatsızlığı had safhada olan bir kimse için, isterse sudan berrak sıvı aktarımı söz konusu olsun, kullanım sesi ardından gelmeyen bir çağıldama da bir o kadar aynı etkiye neden olabilir. Ama hafif ve belli belirsiz bir bulanıklık için de litrelerce suyu akıtmam çok rahat müsriflik olarak nitelendirilebilir ki hele gecenin bir vaktiyse ve içeride hassas uykusu yarım santimlik çapından hiç de beklenmeyecek bir şaşaayla suyunu salan aletle delinmiş bir kimsenin alete savurduğu naletler bana da üleştirilebilir. Zaman içinde kullanım ihtiyatına yapılacak ufak bir gözlem, olmadı araya sıkıştırılacak ufak bir soru bunun önüne geçecekse de zor bir süreçtir nadiren gidilen yahut ilk kez gidilmiş bir yerde karar vermek..

gönderilmemiş mektuplar 16

Yanmak
“Kelimelerim yüzünden mi hayattan bu kadar kopuk ve ondan yana korkağım yoksa onları bir sığınak ve kaçış noktası mı belledim kestiremiyorum।”
Atılıvermek ateşe ve odununu kendi kanın ve canından kılıp yanmak ve yakmak. İşte orada, tam karşında durana teslim olmak ve bu amaçla sınırı aşıvermek. Ama o “yaşayamamak korkusu” yok mu durduruyor insanı ve samimiyeti. “Atılmışlıktan başka ne bir çarem ne de seçeneğim yoktu” teranesini öyle bir yalanlıyor ki handiyse ateşe atılmaktan geri durduracak. Oysa işte orada, tam karşısında durana sınır tanımaksızın ve haddi aşma pahasına ve yine tüm bunların vaat ettiği yanmak pahasına teslim olmak..
Hem de kabulün değil garantisine ve esamesine, en azından huzura çıkışa-çıkartılışa göz dikilmiş, o karşı karşıya gelişin sınırların ve haddin bir anlığına dahi olsa yok oluşuna her şeyin ve en başta kan ve canın teslimi-kurban edilişi göze alınmışken nasıl olacak da sükunet sağlanacak ve tümden vücudu saran, her damar ve zerrede hissedilen heyecan bastırılacak da sakincesine cümleler kurulacak, hareketlere yön verilip yaşama akılacak।
Acaba hakikaten ateşe atılmayı hala ve henüz gerçekleştirtmeyen yanamamak, esası yakılacak olarak bile görülmemek korkusu mu yoksa o kaçılan ve kaçınılan ama neticede yaşanmadan kalan yaşamdan yana duyulan bilememezlik mi? Parmaklarımın ucundan hissetmeye başlıyorum “ateş ihtimalini” ortada ne bir ateş ne bir yangın varken ve aşılmaması gereken sınırlar çin seddinden yüce karşımda arz-ı endam ederken. Tüm vücudumu bir ihtimalliğiyle sarmaya başlayan bu titreyiş ve hezeyan yüzümü kızartıyor meyletmemem gerekene meylim yüzünden ve ayaklarımı dermansız bırakıyor o sınırları aşacak adımı atmak gerekliliğinden ve göğsümü daraltıyor yaşanacakların ağırlığını ve derinliğini bir yerlere sığdırmak-solutmak çaresizliğinden.
Oysa ve sanırım yanmak gerek.

gönderilmemiş mektuplar 13

Bayım,
Evet “konuşunca rahatlıyorum” ve bundan yana da rahatsızım, zira bu beni “acaba konuşmak için mi konuşmak / rahatsız değilken rahatsız olup / rahatlamak için rahatlamak telaşında mıyım?” sorusuna götürüyor। Bir şekilde diline “yaşamadan yaşamak” türküsünü dolamışken, kendimi akışa bırakmak ve “nasıl rahat ediyorsam öyle davranmak” bana çare olamıyor। Ancak konuşmak ve yazmak üzerinden hissedebildiğim bu hayat ve yaşamak başka türlü akmıyor bende. Ne bir aidiyet hissi ne de bir duygularım “ben” çemberini ve engelini aşmadan hayat bulamıyor-İ’e yansıyamıyor. İşte yansıyanlarsa ancak konuşmak ve yazmak, hani %6’lık dilimin geri kalana hayat vermesi ve yönetmesi ve bir o kadar da o alandan geri dönüşle kendisini sağaltıp güçlendirmesi ve ne yazık ki bir de haklılaştırması-gerekçelendirmesi veya eskilerden bir alıntıyla “insanda değişen-değişmeyen” bahsi olduğu için o değişmeyene atıflar ve ondan yana beklentiler yahut %94’ü, yani yaşamı yani kendimi kurban etmeler veyahut konuşma-yazmada kendimi, rahatlığı bulmalar “hesap veremeyişimle”, vicdana olmadı samimiyete olmadı naifliğe olmadı zerafete takılıp kalmalar beni rahatsız ve huzursuz ediyor.
Yoksa, hani “kendi rahatını düşünerek eyleriz her birimiz”i çoktan geride bırakmışken, İ. olmak ve onu daha bir ortaya koymak için çabalarken sadece bir İ./ben ortaya çıksın yeter telaşına-tehlikesine mi düşüyorum? Nasıl olacak da harcıma “girmemesi gereken şeyleri”, kendi atfedişim dışında bir mekanizmayla tespit edip onlardan arınıklığımı sağlayacağım? Bu kadar güç yok bende, sırtımı dayayabileceğim bir merci de. Öyle kalakalmış anlatınca rahatlamasından anlatarak rahatsız olduğunu dile getiren bir biçareyim işte..

c'est la vie

1।) Sen hayata sarılmadıkça ve ona bağlanmak için yeterli çabayı göstermedikten sonra sana gelen ve seni kendine çeken bir şey yok hiç. O yüzden buna sadece duygusal boşluk diyebiliyorum da ne ötesine geçebiliyorum ne de berisine dönebiliyorum. Etrafı saran onca insan ve ateşe odun atıldıkça yıllar yılı büyüyen ve genişleyen bir hare. Nereye kadar dayanabilirler yahut sen nereye kadar dayanabilirsin hep meçhul. Anca gölgede bırakılanlar ve mevcutlarla örülü bir duvar karşındaki. Durmaya niyetlenenlere-yeltenenlere bile sırt çevirecek, kendini geride tutabilecek bir gerekçeler yığını; temeli, insan olmak. Konuşmanın ve iletişmenin müptelası olmuş, parala dur kendini. Hem de susanlara ve susmayı başarabilenlere ve en çok da susmanın kendisine methiyeler düzüp selamlamalara girişerek. Satırlar var karşımda ve onlardan susmamdan bir hayli uzak, apayrı bir macera. Ki susmalarım bile susmak değil ancak güç toplamak. Öyleyse bu karşıya alınan yanılgıya, sönmeye mahkum ateşe, kendinden parçalar atmak ve beher gün kurbanlar vermek ve geleceğe adaklar adamak neden?

2।) Güne bir başlaması, hani bu nalet hayata yeni bir gün getirmenin yürekteki sancısını alt edebilmek zor geliyor bana bir de nihayetlendirmesi. Ayık kafayla olsa yıllar yılı olduğu üzre bünye teslim etmek istemiyor kendisini o mini ölüme. Hem de onca saat bunun yükü ve kahrı çekilmişken şimdi onu nihayetlendirmek. Hem de hesabı verilmemiş ve verilemeyecek olanın ara durağına çıkmak. Yok mümkün değil. Hani bir şekilde bilinci bastırsan da o zaman ayyuka çıkıyor tümden düşünceler, sızana kadar ortaya çıkmış açıklıkta tek hedef sen; beklemelisin॥ En iyisi kesmeden-parçalamadan yaşamak günü ve geceyi, art arda. Ama işte bir yere kadar mücadele; yatmak gerek, kalkmak gerek..

3।) Eğer ki bilincimin altında bir yerlerde bir şeyler beni etkiliyor ve hatta danışıklıkla dövüşüyorsa ve ben farkına vardığım ve kim bilir belki de ara ara benden-kendimden bile gizli tadını çıkardığım bu şeyle onu bilince getiremeyecek oluşumun ve hatta bunu anlatamamanın sancısını çekiyorsam geride bir yerde. Ya bana güç veren o bilinçsiz farkındalığım aynı zamanda benim kuyumu kazıyorsa gizli gizli arkamdan? Ki onu ortaya salıversem şöyle bir, avucuma düşmüş kar tanesi gibi eriyip kaybolacak elimden de çıkardığıma daha bir pişman olacağım kaybımla.

Ya sınırlar alaşağı edildiyse nicedir ya da olması gereken yerlerden bihaber dolanıyorlarsa? Bunu ben bile anlayamazken kime sorabilirim ki? Veyahut illaki de sormam mı gerekir, neden keyfini çıkarmayayım ben bunun?

17.04.2007

Que Sera Sera

İnsanlığın başına musallat olmuş, kendini bilmez bir biçareyim işte. Dediklerim değerli ya da dinlenesi olduğundan falan değil sadece ve sadece değerli ve dinlenesiymişcesine, bulduğum bir boşluğu doldurarak, kelimelerimi öylesine savurmamdan ve pervasızlığımdan musallat olmuş da insanlık pınarında çevreme ve çevremde bile olmayanlara savurup duruyorum kelimelerimi, hem de insanlık namına. Hani üçkağıtçılığı bırakıp başkaca şeylerden bahsetmeye kalksam bahsedecek bir başkası yok elimde. E o zaman bahsetmekten vazgeçsem desem onu da yapamıyorum, köşeme çekilmeme en başta savurduklarımın tohum bulması, bir yerlere işaret olması engel oluyor.
İnsanlığın başına musallat olmuş kendinden bahsedegelen bir biçareyim işte; kendi hülyalarımın peşimde koşmaya azimli ama bir o kadar da onlardan bihaber..
Eğer ki “dinlenme” fırsatı bulursam dinleneceğim çekildiğim köşemde de yenilerini savurmak için güç toplayacağım anca ve sonra yeniden dinlenmeler yeniden dinlenmeler, ardı sıra..
Yegane derdim kendimleyken ve kendim kendimle baş edemezken çareyi yüksek sesle söylenmekte bulmuş ve şimdilik bir cam kovuğuna sığınmış yüksek sesle mırıldanıyorum işte. Terbiyesizliğim dur diyenim olmayışında, olanı sarsışımda.. Nereye gider, neden-nasıl gider umarsız ve umursamaksızın, dert olduğum kimselere özrümü onlardan bir biçare oluşumu bahaneleyip terennüme devam niyetindeyim yalnız..
Bırak gitsin gideceği yere kadar; değil mi ya..

10.04.2007

camaçık

Beklenenden ve beklediğimden çok daha uzun bir süre sonrası yine yeniden açık camdan seyre devam.

Beni durdurtan şeylerden başlıca bir tanesi de, acıyla bir daha fark ettim ki, bizzat “yazı”nın kendisi, iletişim arenasına çıkmak gerekliliği. Hazmetme kapasitesini bir hayli aşan yenilikler-yenilenmeler ve yine bir o kadar da zorlayıcı ikilemler zinciri sonrasında ilacımın kendisini de yazıda bularak, aslen iletişimden kaçma bahane ve amacıyla burada, insanlar huzurunda ama kendimle hasbihaldeyim işte. “anlamadığım ve pek de anlatamayacağım şeyleri, doğrusu, kanlı-canlı bir iletişim ve sohbette olsun isterse de satırlarla olsun anlatmanın-anlatıyor olmanın” ve “ne içeriği ne de kerameti bencileyin menkul olmayan bir cümleye hayatımı adamak-yönlendirmek-vakfetmek ve belki de onu harcamak yahut kurtarmak telaşının ve “hiçbir ömür-kişi insanlığa kendini adamak dürtüsünde-lüksünde ve halinde bulunamaz” ön kabulü ışığında kendimi kendime adayarak ve hatta harcayarak kendi götümü kurtarırken garip bir şekilde ve amaçlamadığım halde insana-insanlığa dair bir temas-açıklık sağlamak sürecinin” ve “mazinin nasıl da kalpte bir yara olduğunun” serimleneceği ve bunlar yanına yenilerinin de bizzat bu serimlenişle sağlanacağı bir mecrada yola devam..
Fonda ise geç ve zorla ve ihsanla gelen mezuniyet, imkanlara-imkansızlıklara takılıp “geleceğin” gidemeyişle yıkılması, devama iznin gerekçeler çok da belirtilmeden ama muhtemellerinin de haklılığına iç-iknanın sağlandığı bir halde çıkmayışı, liman’a sürükleniş ve insanlar içre üç buçuk aylık ve anca çıkıldığında fark edilen inziva dönemi, yine gerekçeler açıklanmaksızın ve hem aniden-beklenmeksizin ortaya çıkmasıyla hem de halen altının çok da doldurulmamış olmasıyla olası gerekçelere değil hakkaniyet tesliminin sağlanması onların ne olabileceklerine dair bir ihtimal çemberinin-halkasının bile oluşturulmadığı bir “devam izni”nin çıkışı, aidiyetin zaten sağlanamayacağı zemininde henüz alışma sürecinin yaşandığı yeni bir çatı altı ve ona eşlik eden, maziden gelen bir yeni kişi, farklı şekilde maziye dönüşle “altın bilezik”likten müstesna bir eski sıfata-iş hayatına-biliciliğe sekiz-dokuz senedir bilinse de girişe mukavemetin sağlamca korunduğu bir mekanda dönüş ve şimdilik otuz iki “yeni” çehre-tanışıklık ve “ciddiye alınışını ciddiye almayan”, “susma erdemine vakıf bir adem ve vs vs vs… bolca insan, bolca konuşma, bolca açmaz ve hepsinden bolca laf-ı güzaf ve arada kaynayıp giden “Ben”.
Derdim var ve ondan ve içeriğinden bahsettiğimde mecale ve haliyle dertsizliğe işaret etmiş olmamla dert edindiğim derdi izaha çabalayışımla…
Velhasıl hala bitmiyor-bitemiyor cümlelerim. “Olgunluğa” teşne-hasret ve ondan … “suskunluğu” beklemedeyim..

. . .

Boğaza karşı, gereğinden ne çok ne de az uyumuş bedenimle, ona söz geçiremeden ve ondan ziyade ruhumu ayıltamadan satırlara geçebilmek adına “bu gerçeklerden kurtulmak” gerekliliğine takılıyor aklıma. Bir hazineymişçesine gizli-saklı, ama bir o kadar da aranması-bulunması bilindiği takdirde kolayca elde edilecek açıklıkta gömdüğüm soruma es kaza bir cevap-çağrı gelmiş ve hemen heyecanla ona karşılığını vermişken gömütün nasıl olur da gömütlükten çıkarılmadan kontrolünün sağlanacağı, hani bir iletişim kurulmasa bile devamlılığın oluşturulacağının derdindeyim belki de, kim bilir.
Ama ne ruhum ne de bedenim çağrıma karşılık vermiyor, beklentimi yerine getirmiyor. Bense satırlara geçmek için bu gerçeklerden ve haliyle yaşamdan ve onun şartlarından kurtulmak gerekliliğiyle baş başa ve bir o kadar da araya sıkışmış bekliyorum hükmün verilmesini, fermanın çıkmasını, on bir sene, on bir ay ve on bir saatlik gecikmeyle.
Nasıl olacak da bu hengamede samimiyet çatısına sığınıvermiş naiflik ve zarifliğimi muhafaza edeceğimin korkusundayım belki de. Hem de ne onlara ne de can attığım samimiyete dair hiçbir fikrim olmaksızın. Ve nedense biliyor ve bundan daha da çok korkuyorum; naifliğin de zerafetin de bir başkasını asla ilgilendirmediğini, dahası salt içe ve bana dönük bir çaba-alan olduğunu. Sanırım korkum da buradan kaynaklanıyor; bir başkasını-başkalarını kandırmanın-kandırabilirliğin, nedense en kolayından iknaya ve kandırılmaya açık kendime karşı, vicdan engel ve duvarına çarpmayla, hiçbir vakit işe yaramayacağını, hani yaradığı anda da bir o kadar da kendimi kandırışımı ilanlamış olacağımı biliyorum. Oysa derdim dürüstlük bile değil ki. Samimiyet çatısı altında naif ve zarif kalmak. Bunun yoluysa satırlar ve onun için de bu gerçeklerden kurtulmak ve bu yüzden de ruhumu ve tabi olduğu bedenimi ayıltmak gerek. Oysa ben boğaza karşı kararında uyuyup dinlenmiş bedenimle baş başa ve ona duyduğum nefretle kalakalıyorum. Hem de bu gerçeklerden kurtulamadan..

06.03.07 14.17

Tire

Bir parantez içre iki tarih arasında sıkışmış ve bir o kadar da sıkılmış bir insandır yazar. Neden yazdığını bilmeksizin yazıp duran, ama bir yandan da tümden nedenlerini eşek gibi bilir ve bu bilişinden çok daha fazlasını yazmazken buzdağı misal hissedip düşündüklerinin göstermeye değer ve cüretkar bulduğu kısmını öylesine ortalığa serendir yazar.
Yazar “ne yazar ne yazmaz” ama beklenir sürekli yazması; salt “senin elin kalem tutuyor” diye ve salt “yazabiliyor” diye. Oysa daha kim bilir neler başarıyor-beceriyor; kime ne. Hem de öyle bir tutkudur ve beklentidir ki bu nalet şey yazan kişi de kaptırır da kendini “ha babam yazar da yazar”; ne de olsa yazıyor ya..
Ama dedik ya işte yazar, ne yazar ne yazmazken aslında yazmak istediğinden çok “yazılması beklenen”i yazar da yazar. Ortaya ne çıkar kimse bilmez ama gel gör ki “okur ha okur”. Madem ki işler tıkırında ve muhabbetler gırla..
Sonrasında ise cancağızım bir de bakmışsın ki yazar yazmış da yazmış neden yazdığını bilmeksizin ve okumuş okur da ne okuduğunu, dahası ne okuduğunu bilmeksizin. Hani demem o ki madem alem bizi alışverişte görüp de dostluk elini uzatmış ne yazar gerisi, değil mi ya? Zaten olay değil mi ki akşamı etmekte ve yarına dayanacak-yarını sürdürecek gücü bulmakta, varsın neye yarar bugünden ertesine kalan “ödenmez cari hesaplar”? yeter ki olsun da dayanalım “yarın öbür gün kapatılır bu hesaplar”a dayanağımız; hem de değil yarına bugüne bile yokken dayanağımız.
Hey be cancağız, sana yok ki diyen “neden?” diye, kervan yürüdüğü müddet ve o vakit neden çırpınırsın böyle hesap ve kitapla? Eğer ki elin kalem tutuyorsa yaz ve pazın dayanabiliyorsa taşı omuzlarına yüklenen yüke.. arası boş-arası hoş..

Haydi düşsün de tire hesabımıza konuşalım samimi ve dürüstçe diyeceğim ama ortada yazı ve onun barındırdığı külliyen “ifşa etme” telaşı varken neden ve nasıldır bu samimiyet ve dürüstlüğe sığınmak? Ortada cevabı eşek gibi bilinse de bir o kadar bilinmezlikten gelen cevaplar varken nedendir sorulara sığınmak? Sorular ve sorular ve cevaplar ve cevaplar.. Hey canım gırla gider dedim ya bunun sonu..
Dedik ya bir parantez içre tireye sıkışmış ve sıkılmış insandır yazar; aslen yük taşıması beklenen bir hamaldan farksızken hem de.. Ama işte eli kalem tutuyor diye ne saçma sıfat ve yüceltmelere layık görülür şansına kalmış..bir de deriz utanmadan vaktinde “kadr-ü kıymeti bilinmemiş”.
Ve nihayetinde bir tirenin bir noktasıdır bu yazı, iki yanı çoktan kuşatılmış ve kim bilir belki de yazı olsun diye yazılmış. Bize düşense üç elmanın biri bile değilmiş..


"kitaplarda ölmek
adı soyadı
açılır parantez
doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
kapanır, parantez.

o şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.

ya sayfa altında, ya da az ilerde
eserleri, ne zaman basıldığı
kısa, uzun bir liste
kitap adları can çekişen kuşlar gibi elinizde.

parantezin içindeki çizgi
ne varsa orda
ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
ne varsa orda.

o şimdi kitaplarda
bir çizgilik yerde hapis,
hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,
öldürebilirsiniz."
necatigil

Saddam’ın İdam Edildiği Gün

Ve hatta saati ve dakikasıyla bir dönem kapanır ve çok daha bilinmeziyle bir yenisi açılırken kimi insan uykusunda ve kimisi uyku mahmurluğunda ve çok daha fazlası uykusuyla alakasız gününde yaşar ve soluklanırken ay yavaştan dolunaya dönüyor orası kesin..
Ve kocamanıyla bir gezegen, dünya, milyonlarca yıllık serüveninin ufacık ve önemsiz bir ayrıntısında bir yeni noktaya hazırlanıyor sürüklenmek için, insanoğlunun aklının almayıp “sonsuz” diye nitelendirdiği.. Hem de aynı sonsuzlukta hiç de önemi olmayan ufacık-tefecik bir yapıtaşıyken şu fezada.
İşte sıkışmışız da şu tarih ve saat ve boyutta da kendimize biçiyoruz nice şaşaa..
Bu saatler ve dakikalarda Saddam ipe boynu geçik beklerken tabuta konmayı biz de bekliyoruz en ufağından hareket ve hissiyatımızla tarihe geçmeyi..
Velhasıl kim geçer kim geçmez bilinmez ama “tarih” denen yaz-boz tahtasına biz çoktan geçtik yazan kalem-okuyan göz olarak; salt bu satırların yazılmasıyla-okunmasıyla..
19.12.06 05.23
saman sarısı

“paris'te bir kestane ağacı olacak paris'in ilk kestanesi paris kestanelerinin atası istanbul’dan gelip yerleşmiş paris'e boğaz sırtlarından hala sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filan olmalı gidip elini öpmek isterdim varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabin vaadini yapanlar yazısını dizenler nakışını basanlar bu kitabı dükkanında satanlar para verip alanlar alıp da seyredenler bir de abidin bir de ben bir de saman sarısı belası, başımın..”

Hiç Anlamayacak (Bir) İnsana Anlatma Çabaları

Anlamayacağı mı yoksa anlayamayacağı mı çok da anlamlandırılmadan-anlamlandırılamadan girişilmiş bu iletişim arenasında yer-yön bulmak dahası söylenilenlere anlam kılıfı bulma çabası olmaksızın onları ancak ve ancak yeri geldiğinde anlam kazanacak halde sarf edivermek ardı ardına. Ve bir süreç bu aslında. Öyle bir süreç ki söylenilmesinden ziyade sürdürülmesinin güç olduğu, nereye demir atılacağının pek de belli olmadığı dahası kendine inanç inançsızlıkla an be an denetlenir, sağaltılır ve en çok da yerilirken kendine inançsızlık inancında sürdürebilmek iddiasızlık iddiasını.
Öyle bir çaba ki bu anlama beklendiğini an çabayı ve amacı yalanlayacak ve boşlayacak, lakin anlama sağlanmadığında da altı boş uçurumuna gerisin geri yuvarlanacak..
Oysa daha ötede çabanın kendisinden yana hesap verilmemiş, neden bu yola koyulmuş bilinmezken en azından “yolda oluş” meramı aktarılmak istense yine yenisinden bir “anlama-anlatma” girdabı karşımızda işte. ‘Bir şekilde kendimi burada buldum’ demek de yeterli olmuyor, zira bulunuştan çok varoluş değil mi anlatılmaya çabalanan.
Evet, belki de kendimi hiç anlamayacak karşısında hiç anlatamayacak olmama karşın bir anlatma telaşında buldum ve bu fark ediş beni öyle bir sarıp sarmaladı ki ancak anlamayacak olana anlatışımın boşluğunu sunabildim, sunabiliyorum.
Hoş geldiniz, kafa karıştırıcı meselelerle boğuşulduğu için mi yoksa kafa karışıklığından muzdariplikle meselelerin boğdurulup kurban mı edildiğinin pek de anlaşılamadığı kafa karışıklığı mecra ve meyanına. Sefalar getirdiniz bizlere ve bu yüzden oturup dinleniniz bir köşede, dinlemeye hacet bulabilmek için. Belki o vakit çözebilirsiniz anlamayışınız, anlaşılacak şeyler anlatılmadığı için mi yoksa zaten anlamaya kudret ve erkiniz olmadığı için mi sizi buldu bu çattığınız satırlarda. Hem de henüz sadece neliği ve içeriği meçhul “çaba” haricinde bir şey anlatılmamışken. Ve işte burada, tam bu noktada bir şeyler açıklığa kavuşur ve anlam kazanırken, şahsen ben, hani bu satırları sizlere aracı kılan ben başta olmak üzere düşünmek taraftarıyım; anlatılmak istenen bu denli basitlikte ve üstü anlaşılmazlığın (kırması çok da zor olmayan) sert kabuğu altında kendini gizlemişken anlaşılacak şey bu denli basit olabilir mi? Yoksa anlatan derdini layıkıyla izah edemedi de mi sizi inandıramadı? Buna verilecek cevap ne yazık ki başladığımız ilk cümleden öteye götürmeyecek bizleri. Anlamayacak (bir) insana anlatma çabasına girişmek sadece onun, yani sizin anlamayışınızı, ki bunun anlamak istemeyişinizden mi yoksa anlayamayacak oluşunuzdan mı kaynaklandığını anlayamadık henüz-hala, anlatmaktan öteye geçemedi. Ve bir de düşünün ki bu sadece, bir cümleyle başlayıp kelime (yahut boş bulunup deni(lebi)lirse eğer düşünce) oyununa dönüşmüş ve bizi yerinde saydıran, bırakın bir adım öteye taşımayı, durmaya imkan ve mecal bırakmaksızın iki nokta arasında kör ve sürekli bir gidiş-gelişe neden olan içe dönük bir yazı olmasın da, artık bu noktadan başlayarak ve şimdiye dek anladıklarımız açıklık ve aralığında güç bularak varlığını elde etmiş bir hayat olsun. Hem de eserleştirilmiş bir hayat mı var karşımızda yoksa bir hayat neliği ve içeriği meçhul bir esere kurban mı edilmiş bilemeden, bizim bilişimizden müstesna ve arınık bir halde dikilmiş bir hayat olsun karşımızdaki. Tek gücünü karşımızda dikilişinden alan ve işte bu yüzden, karşımıza dikilmişliğinden dolayı da onu yok sayamayışımızla altında bir mana aramadan duramayacağımız bu hayat fısıldasın bir de cümlesini; “hiç anlamayacak (bir) insana anlatma çabası’dır beni ayakta ve karşınızda tutan”.
Hayır, elbette mesele salt kendi iddiasını sunmak için yaşayan ve bu yönüyle yek diğer türdeşlerinden hiç de faklı olmayan bir insanın iddiasızlığına ve iddiasızlık iddiasına çarnaçar sığınması değil. Bahsi geçen çabanın ancak iddiayı yok etmek için olduğunu-olabileceğini ve mahkum olunup bir o kadar da rahatsız olunan bu iddiayı yok etmenin yegane yolunun iddiasızlıktan geçtiğini söylemek ancak “anlatılabilecek tek şeyin ancak anlatılanın anlamayacak oluşu” iddiasını taşır ki bu bizi anlam karmaşası altında kendini gizlemiş anlatmadan anlatmak ve bir o kadar da anlatmışken anlatmamak noktasına götürür. Fakat bu metin anlamlandırılamayacak bir şeyi bize anlatma telaşıyla karşımızda arzı endam eylemişti ve eğer bizi bir nebze olsun duruşun ve durmanın kabil olmadığı geliş-gidiş raksına sürüklemediyse de bize bir şey anlatabilmiş değil. Yani bu neliği ve içeriği meçhul eser, “çaba”, çabasızlıktan ve eser dışılıktan bir başka şey olmamasını eserliğine ve çabasına dayandırıyor sadece. Ve bir de bunun, artık ister istemez hayatın mı esere, eserin mi hayata kurban gittiğini-edildiğini bilemediğimiz bir “hayat”la karşımıza çıktığını ve bu çıkışıyla insanlıktan çıkmak ne kelime esasen en insan oluşunu ve varoluş iddiasını gürleyişini düşünün; hem de bir fısıltıyla.
Ben anlatma telaşına düşmüşken pek de bir şey anlamamışlığımla ve anlatamamışlığımla ve anlatmayışımla, dahası hayatımın bu mecraya akışını dehşet ve heyecan ve zevkle izlerken istirham ediyorum sizlerden; “anlayan beri gelsin a dostlar!”.

. . .

defterden koparılmış sayfalar..

Salak bir romantizm ve bir o kadar da gereksiz bir saplanış bu. Aslen bir defterin parçasıyken ve bu kopartılmış olunsa da değişmeyecekken yalnızlık ve yalınlığında, işte dostum, seni ve beni “defterden koparılmış sayfalar” kılıyor.
Durum bu kadar basitken de, işte, durumun basitliği meseleyi güçleştiriyor. Ve ne vakit “bu kadar da kasılacak, abartılacak bir şey yok ki” yahut “insanın-kişinin kendisini bu denli ciddiye alması garip değil mi?” serzenişiyle karşılaşsam, tepki içten veya dışarıdan gelsin hiç de fark etmez, bunun da “durumun vehamet” ve meselelerin güçlülüğüne işaret olduğunu elim kolum bağlı fark ediyorum.
Bu yüzden bilemiyorum bu git-gel’i yok etmek için mi akmak telaşına düşüyorum yoksa aktığımı acıyla fark edip bu git-gel’lerle kendimi-paçayı-zevahiri kurtarma hamlesine-isteğine sığınıyorum.
İşte dostum, bilemiyorum ve bu bilemeyişim bilmek istemediğimden mi kaynaklanıyor yoksa zaten bilemeyecek olduğumdan mı daha bir kuvvetle “bilemeyerek” şüpheye düşüyorum.
Ve lanetler olsun ki, şüpheye düşmem bana varlığımı vermiyor da aksine elime sadece şüpheye düşmemin eminliği ve kesinliği kalıyor.

ilh..

Duygusal Boşluk

Falda en sevdiğim yorumlardan birisi “bu aralar duygu ve düşüncelerini yazılı olarak karşında görmek seni rahatlatır; günlük tut” yorumu. Ve sabaha karşı bıkkınlıkla satırlara duygusal boşluk içreliğimi yazıyorum. Hayatı idame ettirme güçlüğünde, beride-geride bağlanacak ve sığınacak ve bir o kadar da kendimi adayacak bir nokta-kerteriz bulmaksızın, bunun yokluğunun beni güçlü ve hatta bizzat ben kıldığı günlerime özlemle, dik durmak ve “bir şeyler” peşine düşebilmek için ilk hareket ettiricimi ve sağaltıcımı kaybetmiş-var edememiş güne başlayacak güç de savsaklayıp yatacak mecal de bulamamaksızın duygu ve düşüncelerimi kağıda aktarıyorum.
Oysa ne zamandır buraya geri dönüş uygun fırsat kolluyor, dahası başlangıç ve nice zaman aradan sonra dönüşümü güzelleştirecek notları ve yazıları bir kenara biriktiriyordum. Gerçi buna duygusal bir boşluk deyip geçmek, hareketin bundan dolayı engellendiğini iddia etmek ne kadar hakkaniyetli ve isabetli olur kestiremiyorum ama satırların beni kesemeyeceği bu noktada sayfalara da sıçramak ve madem bir şahadet uğrunda performans sergilenemiyor öyleyse yarı alanda bırakılmış buraya sığınmak en azından başlangıç olur da kırılma gerçekleşir ümidi benimkisi.
Kendimi itiyor-bu boşluğu yaratıyorum yoksa sürükleniyorum kestiremeksizin, bir kimsenin resmini değil de kendi yarım yamalak oto-portremle salınıyorum bakalım. Daha 9-10 saat evvelsi tavsiye niteliğinde yaptığım yorumu kendime de yönelterek.Ve ileriye dönük iki soru; “başkalarının fikir ve görüşlerini ne denli ve sağlıksızlıkla-gereğinden çok önemsiyorum?”, “ezberden şaşmanın verdiği korkuyla ona daha bir sıkı sarılıp, kafamda iddialadıklarımın sağaltmasından başkasını yapmıyor muyum yoksa, beher davranış ve diyalogumda?”…