24.10.2007

Kendini Fark Edemeyiş

1.
Evvelsi günü nicedir kullanmadığım ve ayağımın pek de alışık olmadığı bir ayakkabıyı giymek durumunda kaldım ve kaçınılmaz sonuç; saatler sonrası ayakta berelenme. Akabinde kullanma durumuna devam hasıl olunca ertesi günü yaralanma nahiyesine yara bandı kullanmak elzem oldu. Yürümekte zorlanacağım için de üç tane birden kullandım. Sonraki gün de bitti ve evime vasıl oldum. Temizliğe gereken önem ve hassasiyeti vermemenin ötesinde duşumu aldım, günümü geçirip ortalıklarda dolandım. Anca sonraki günüydü ve evin içinde dolanırken, defaatle çorap giymiş ve çıkarmışken birden ancak o anda aklıma ayağım geldi. Olduğum yerde durup çorabımı sıyırdım ve işte karşımda sanki vücudumun bir parçası addedip yok saydığım yabancı nesne-ler duruyordu.

2.
Bir süredir yeni yeni sözlük kullanım alışkanlığı edindim. Daha çok da yazarken kullandığım-kullanmaya niyetlendiğim ama bir şekilde “sözlük anlamı”ndan da bihaber olduğum yahut kökenini merak ettiğim kelimeleri inceler ve akabinde öğrenmemin nişanesi olarak dahil-parçası olduğum bir siteye, henüz yazılamadıysa aktarır oldum. Az evvelsi yazmaya koyulmuşken çok da yabancılaşmadığım ama bir şekilde huzursuz da olduğum bir kelime düştü aklıma. Huzursuzluk anlam eksikliğinden ziyade kullanagelmediğim bir sözcük olmasındandı. Nereden düşmüşlüğünü umursamayıp ihtiyaten alışkanlığımı sürdürdüm ve karşımdaki sonuç on gün evvelsinde siteye benim eklediğim bir madde-sözlük anlamı.

Velhasıl
Ne olursa ve ne şartlarda olursa olsun insan işte; nakıs-eksik. Sürekli tamamlamak ve kendisini kendisine hatırlatmak gerekiyor. Fakat asıl korkum gerekirken fark edemeyişlerle bir türlü kendime hatırlatamadıklarımdan yana.

16.10.2007

Kendine Yeterlilik

Zannımca düğümün esas çözüldüğü noktalardan birisi de bu. Etrafla ilişkinin ve dahi konuşmanın kaçınılmazlığı karşısında onlara teslim olmuşken bireyliği ve bireyselliği kaybetmemek adına bir o kadar da mücadeleye devam etmeli. Her ne kadar şahsiliği muhafaza ve oluşturmanın yolu teslimiyetten geçiyorsa da bir o kadar da şahsilikte ayak diretmek ve dışa bağımsızlığı hedefleyerek kim olursa olsun ve ihtiyaç nereden, hangi düzlemde gelirse gelsin bireyin kendine yeterliliği hiçbir vakit elden ve dilden düşürmemesi gerek. Evet, tanım ve ihtiyaç bu denli belirgin ve bir o kadar basitken bunu uygulayabilmek, bekleyebilmek hiç de o denli kolay değil, olamıyor.
O vakit nedir bu kişinin kendisine yeterliliği ona bakmalı. Yok edilemez-edilemeyecek bir ihtiyacı yok sayma ikiyüzlülük ve aymazlığından bahsetmiyorum elbette. En azından seyir yahut muhataplık düzleminde bir ihtiyaç dile ve ayağa dolanan. Öyle bir şey ki en muktedirin bile iktidarı için tebaya ihtiyaç duyması misal kendisinden gayrı en azından bir kimseye duyulan yönelme bu olsa olsa. Kendince, kendileyin ve kendi köşesinde kalanın kalmayı başarsa bile kalmışlığını duyurmaya acziyeti çatılan. Buna takılmadığını söyleyen de haksız sayılmaz. Ama bir o kadar şimdiye dek nihai noktaya gelmediği ve berkittiği dayanakların henüz yıkılmayışı-tükenmeyişi onu yanıltan. Bir ömür boyu sürebilirlik ise meseleyi daha da çetrefilleştiriyor. Oysa yeterli vakit ve inceleme sabrı olsa kendine yeterliliğin nasıl da çöküverdiğini görmemek işten bile değil.
Peki bu imkansızlık karşısında külliyen teslim olmama gerekliliği önerilmişken kişi kendi hayatında bunu nasıl uygulayabilecek? Hem de kendisini kandırma lüksü yokken. Yahut direnç hangi noktalarda, ne ölçüde gösterilecek? İşin inada binmemesi nasıl sağlanacak? Yeteri güç nereden tedarik edilecek? Madem ki kişinin kendini muhkem mevki addedip kendince karar alma tehlikesi var ve başvurulası bir merci yok çıkış yolu nerede belirecek? Esası bu çaba ve direnç kişiyi nereye ulaştırabilecek, ona neler sunabilecek ki devamdan yana şevk sağlansın?
Hele iş bir eyleme dönmesin, hayat bulmasın çık çıkabilirsen işin içinden.

Beklemek Gerek

Hep bir şeylerin olmasını beklemek gerek bu hayatta. Kim bilir belki de olandan yana şükürsüzlükten yahut olanın yetersizliğinden ama sonuçta hep ama hep aynı cümle, itidal yandaşlarının hepten çığırdığı ve boyun eğmekten başka yolun da ne yazık ki bulunmadığı. Hem de neden gerek diye soramadan beklemek gerek işte. Madem ki “bir şeyler” olsun istiyorsun ve hedefi gözetlemişsin o vakit beklemen gerek. Oysa vaktiyle duyduğum ve inanmaktan başka yol bulamadığım masallarda öylesine salınışlardan ve beklemenin hissedilmediği oluşlardan bahsediliyordu hep. Sorun benim “bekleyişim”de şekillenen istemem de olmasın sakın? Yahut öylesine bir salınıştan ve lalettayin şekillenişten çok ad koyma telaşımda? Veya illaki neden-nasıl’ı bilme hevesimde?
İşte öyle yahut böyle ama hep bir şekilde aynı duvar ve itidal çağrısı var karşımda; Beklemek gerek! İyi de yahu ben beklemek falan istemiyorum, aksine salınmak ve kendimi akışa kaptırmak-bırakmak istiyordum. Hani yol yordam öğretseniz de en azından ali bir makama durumumu özetler-çıkar yolu temenniler bir dilekçe yazsam da mı olmaz? Olmadı şöyle bir ilensem de samimice birilerine hal-i ahval-i pür melalimden bahseylesem? Olur mu olur ya kanına girerim ya da halime acıtırım da bu “bekleme salonu yalnızlığı”ndan kurtulurum, olmaz mı?
“- Olmaz efendi olmaz, geçin hele sıranıza da bekleyin az. Anca o vakit görürsünüz oluru olmazı.”
Aman efendim, vay efendim de kar etmez oldu nicedir. Ama onlar da haklı sonuçta. Ben değil miyim ki hedef gözettim de ilendim olmazı oldurmaya? O vakit beklemek gerek işte. Az biraz daha sabır yahu. Ne bu acele? Tamam ben de diyemiyorum “şuna-buna-ona yetişmem gerek” diye ama işte çocukluk bu ya dinlemez-etmez istekler içersinde.
Daha dündü, yok yok bugünün sabahıydı uyanmış da bir tatlı düşten canı tatlı ister, ağza bir parmak çalınmalık da olsa. Şimdi ona kim anlatacak-dinletecek “beklemesi gerektiğini”? oysa sabreylemek, ekmeği taştan çıkartırcasına, taşlara tırnakla kazırcasına emek sarf edip çok daha fazlası beklemek gerek. Hatta gözü budaktan sakınmak, usluca bir kenarda beklemek ve zamana ve onun yılgınlığına direnmek gerek.
Olmuyor işte azizim, olmuyor. Olmuyor işte cancağızım, olmuyor. Beklemesi güç geliyor da, olanlara imrenip her bir şey ağza şıpın işi düşüverilsin isteniyor. Hem de bilmez değilken emeksiz yemeğin, beklenmedik misafirin hiç de haz ve tat vermeyeceğini. İşte zaten soru da orada beliriveriyor; “Yahu kuzum derdin nedir senin, et midir kötek midir? Söyle hele!”
Olsa bir muradım beklemek gerek işte. Eğer ki yoksa bir dileğim serzeniş nedendir?

6.10.2007

havali

"etraf"la ilişki..
nasıl kurulur, neden kurulur, şahsilik nasıl muhafaza edilir, eylem nasıl sağlanır, burun büyüklüğü nasıl törpülenebilir, dahiliyet yahut aidiyet inşalanabilir mi...
daha bir yığın soru..
sanırım bu, yeni devrin en çok işlenen konularından birisi olacak..

haydin davranın bakalım..

3.10.2007

Bilinmezliğe Övgü Yahut Devr-i Cedid-i Şahane-i Harikulade

Zannımca heybedekiler ve sahip olunan sıfatlar yahut bir o kadar da eminliklerle yaşam arenasına, onun bir sathına çıkmaktan ziyade insan denince aklıma gelen o bir akşamüstünde yahut şafak sökerken, çıplak bir şekilde, bir dağ başında tabiata bakan ve onunla beraber kendisini, nerede, ne haldeliğini anlamaya çalışan yalnız ve yalın bir insan olarak; yapa geldiklerinden ve yaptıklarından ziyade “yapabilirlikleriyle” savaş alanında duran bir kimse olarak; neyle karşılaştığını anlamaya çalışıp ancak kendi imkan ve şekillenişlerine, potansiyeline-muhtemelliğine sırt dayamak daha güzel. Belirlenmiş sınırlar dahilinde gösterilecek hiçbir performans ve şekilleniş bana tat vermiyor, zira o vakit anlamaya çalıştığım doğadan bir farkım kalmıyor da lalettayin bir eyleyen-şekillenen haline geliyorum. Kişisel irade buyuramamanın, şahsiliği ortaya serer seçimlerde bulunamamanın ızdırabı böylesi noktalarda ve bazı fırsatları da kaçırmayı göze alır halde “bu halde olacaksa bu türden bir şekillenmede hiç bulunmayayım” dedirtiyor. Elbette ki ben dışında şartlara tabiliğim ve yek diğer canlılarcasına akışım-sürüklenişim kaçınılmazca olacak ama bu ancak bir tohumun dalından-çanağından düşüp de kara toprağa sığındığı ve kendi potansiyelini sergilemek adına bin bir emek vermeye başlamadan önceki savruluşu ve bir o kadar da kendi yaşam-uğraş alanından uzakta şekillenecek olsa da onun hikayesine bir o kadar etken olacak dış-gerçekliğe, tümden tarihe ve tarihselliğe mahkumiyeti olabilir-olmalı. Hani bu beklenti, bu yönüyle “vahşi” yönümü ve akışa tabiliğimi yadsımak değil de aksine ona da bir çağrı haline geliyor. Oysa insan denince akla gelen bu tabiatın çocuğu oluşu, akağını bulmaya çalışır bir nehirden farksızlığı kadar inşa ettiği eminlikler oluyor. O değil mi hısım-akrabasını, tanışını ve memleketlisini, aynı aşı-ülküyü yahut kaderdaşlığı paylaştığını koruyup-kolluyor; ona aş vermeyen tabiatın bağrını deşip oradan besinini çıkartıyor; karşısına barınmasını yahut ilerlemesini engel olur şekillenişler çıksa onları eğip-büküyor da kendi işine yarar hale getiriyor; değil salt kendisinin yaşama tutunmasını sağlar üstüne yedi ceddini garanti altına alır canhıraşlıkla kendi cinsinden olsun, canlısı-cansızı olsun muhatap aldığını şartlarına tabi kılmaya çalışıyor? Elbette ki “eminlik”lerle ilerlemek isteyecek de o vahşi ve çıplak tarafını, dağ başında onu kuşatan bilinmezliği bilinir kılmak istemesi misal, başta kıyafetleriyle ve akabinde bilme’si ve bilimiyle başlar nice mücadelesiyle kendisi unutur-yok sayar raddede bir didinmeye girişecek. En büyük silahı ise işte o yaşanmışlığıyla oluşturduğu, onun önünü açışı kadar geçmişi sağaltır ve sağlama alır sıfatları olacak. Bir noktada dikilmek istese onu oraya getirmiş şartları zapt-u rapt altına alışıyla devamdan yana korkusuzca ve eminlikle ilerleyişi hasıl olacak. Değil mi ki doğuşundan itibaren ona yüklenenlerden ziyade yüklendiği ve üstlendikleriyle “bir/o kişi” olmayı başardı ve “Kimsin?” diye sorulsa onları yahut bir cüzünü saymaya kalktı, belki bizcileyin sığınmak olarak görülüp-nitelendirilse hatta yeri geldiğinde komiklikle itham edilse dahi, kendisini biliş-hissedişi kadar yaşam mücadelesinde de bunları gururla taşımasın da ne yapsın?
Oysa nicedir çabaladığım, en azından üç senedir doğum sancılarını çektiğim devr-i cedid tüm şahane ve harikuladeliğiyle temeyyüz etmişken elimde öyle sığınabileceğim sıfatlar kadar bu ilan edilen devrin devam ve işlerliğine dair, kendi erkini, hükümranlığının dahiliyet ve devamlılığında tebaasına devreden padişahın irade buyurduğu cinsten bir ferman dışında ne bir belgem ne de bir garantim var. Kendime dair duyduğum korkular ve canı çeker çekmez verdiği oyuncağı arkadaşından geri almaya hevesli-teşne çocukluğumdan endişemse had safhada. Hele ki son yıllar ve özellikle sonuncusu boyunca duyulan “kara göründü” çığırışları kadar ardından yapılan “ama bizim varmak istediğimiz değilmiş” tashihleri de kulaklardan silinmemişken bu muştuya kulak vermede ve bundan dolayı heyecanlanmada şüpheye düşmek boşa değil. Hele ki geçen seneden devretmiş ve halen işlerliği kesinleşmemiş dahiliyetim dışında bir kurumda yahut mecrada karşılığımın-akağımın olmaması şüphe tohumlarını hepten palazlandırmıyor değil. Fakat işte ne denli cahil cesareti yahut çocuk aymazlığı-usanmazlığı bilemesem de duyduğum delicesine bir heyecan. Hem de olası-bir adım uzaklığındaki sıfatları ve şekillenişleri bile ısrarla ve vakti gelmediği gerekçesiyle, saldırıya geçmeyi bırak sipere-savunma hattına metrelerce yanaşmayı başarmış ve dolu dizgin gelen düşmana karşı kayıtsız kalabilen komutanın bilinmezin cehenneminde tüm yangınları söndürür nefesine güvenircesine sakinliği ve hattı müdafaayı salık verebilmesi misal reddedip onlara kayıtsız kalabilecek kadar. Hesap sorulmaya kalkışılsa son hamle-dokunuş henüz gerçekleştirilmediği için geçer notu alamayacak oluşu yeri ve zamanı gelir de fırçayı tuvale son kez değdiririm de resim hitama erer rahatlığıyla karşılamam işte o bir akşamüstünü-şafak vaktini, çırılçıplaklığı ve korunaksızlığıyla karşılayan, hani bilemediği-bilemeyeceği şeyler ve aldığı sorumluluklar karşısında kafayı yemesi yahut un-ufak olması gerekirken hala merak, iştiyak ve hevesle dağdan aşağıya-çevresine-kendine bakan insandan kendimi farksız hissetmem. Hayat arenasına bu sefer elimde hiçbir garanti, eminlik ve sıfat olmaksızın çıktım. Ve daha çıkmam gereken pek çok cephe kenarda beni sanki ezmek ve yutmak için bekliyor. Fakat içimde çıkmayı bekler öyle bir vahşi taraf ve yapabilirlik duygusu var ki hangi sıfata haiz olsam bunun yerini tutamaz. Oysa bu noktaya geri çekilişler ve bozgunlarla, heveslerimin tekrar tekrar kırılışlarıyla gelmiştim. Fakat değil mi ki ilan ve ilam edildi bir kere durmak neden? Bilinmezden korkmak neden?
Velhasıl şu an-sıralar kendimi bir bilinmezin, bizzat yaşamın kendisinin karşısında heyecanla ama bir o kadar da korkuyla baş başa hissediyorum. Buna, bu sıfırlanmaya ve arınmaya şükretmiyor değilim ama keşke bu hissiyatı ve arzuyu günümü ziyadeleştirip güzelleştirecek coşkusuyla beher gün duyabilsem yahut ellime-altmışıma geldiğimde de hissedebilsem de beni insaniliğimden uzaklaştıracak-kopartacak belirlenişlere ve sahip olunan sıfatlara sığınmak yerine şimdiye kadar gelişi yok sayar bir devama, bilinmezlikle-eminsizlikle, tabi olduğum tabiatıma-vahşiliğime uygunlukla akmak için heveslensem.

2.10.2007

Eşzamanlılık II (girizgah)

Yüklenile gelen-yüklediğim anlamların dışında ve ışığında, hele ki “denk getirememek” yüzünden kaybettiğim ve geri dönemediğim ‘yaşama ihtimalleri’ni düşününce hayatın o bizle eğlenir yüzünü görmemek mümkün değil. Değil mi kişi, kendisinden ve hasletlerinden ziyadesiyle emin dahası hayatın şekillendirmesiyle kişi, durum yahut fırsatla karşılaşmış ve görünürde ilerlemek ve tekamül adına muhatabın da iştiyak ve şevkiyle her şey hazırken bir ritim sorunundan mütevellit tıkanma oluveriyor. Yerine göre saniyeler-dakikalar kadar kısacık yerine göreyse yıllar ve ne acıdır ki bazı bazı ömür/ler nispetinde haddinden uzun süren bu ritim bozukluğundan ötürü, “olabilirlik” başlığında en az yaşamak kadar yeri olan bir yaşayamamak karşımıza çıkıyor. En kötüsü ise bununla karşılaşan kimsenin ilk şok ve endişeyle yaşamın bu oynadığı oyun karşısında ister istemez hatayı-kusuru kendisinde aramaya başlaması belki de. Elbette aksi de, aşk dene gelen ve bizleri-insanlığı yıllar yılı kandıran duygulanım-kandırış başta olmak üzere mümkün. Yahut “akış”ın bizzat kendisini ortaya çıkartan, tümden şaşaasıyla “gündelik”i yaratan o mayışma hali. Oysa değil mi ki yıllar öncesinde bir kısım aklı evvelden çalışanlar nedenselliğe ve şimdiye dek öyle oluşun devama yol açacağı yanılgısına çattılardı da “aydınlanma”nın yolunu açtılardı. Bu nedenle ufkumuzu, eşzamansızlığı ve bireyde bıraktığı-yaşattığı olumsuzluğu bahane de ederek, daha da genişletsek sosyalliği ve duygusallığıyla tümden ilişkileri irdeleyip-deşebileceğimiz kadar, bunlar ışığında hepten iletişim ve sosyalliğin kofluğunu, hadi daha iyimser olarak lalettayin hayat buluşunu yakalamak mümkün.
Kim bilir belki de çukura düşeyazmalardan münezzehlikte kurulan bu kişilik ve bireyselliklerde, uzatılan ellere yüklene gelen manaların ve “kendisi olmak”tan gereğinden çok uzağa düşmelerin yüzünden insanoğlu bu denli komik ve gülünesi.