8.05.2006

05.43 mesaisi





05.33 mesaisi





5.05.2006

Görüşme Temennisi

nice senenin ardından ufukta beliren, belirmesiyle bile heyecan ve neşeye gark eden bir tanıdık sima..
yıllar öncesinde geldi, fırtınalar estirdi, duruldu, yerini tatlı ve ılık meltem rüzgarlarına bıraktı ve sonra 'bir peri suret' misali uzaklaştı gitti. sonra tekrarlar ve tekrardan nihayetler.. şimdilerdeyse tören yeri hazırlanmış, takımız özenle süslenmiş beklemedeyiz tekrardan huzura kabulü ve hem-dem olmayı..

"Azizim,
Tekrardan bir bağ kurulunca ‘görüşme’ talep etmem bana zemini belirlemeyi de zorunlu kıldı. Böylelikle hasret giderip, yaşanan güzel anlara yenilerini eklerken belki de yerimiz yurdumuzu da belirlemiş, dahası paylaşım ve iletişimle alınan hoşnutluğu-memnuniyeti arttırmış oluruz.
Hayat öyle bir şey ki sürekli akıp gitmesi, anların dayatmasıyla sürekli değişimi zorunlu kılıyor bizlere. Ve bu akıntı içinde savrulan bizler ne bir tutunulacak dal ne de bir sığınacak bir çatı bulması kolay. İlk başta çevre; şehirler, semtler, evler değişiyor yavaş yavaş. Ve bizler adı büyümek olan o nalete tutulup bedenimizle, ruhumuzla, duygu ve düşüncemizle hep geride bırakıyoruz. Hep geride, hep geride. Bazı hesabını vererek, bazı hesabını vermeye fırsat ve imkân bile bulamadan. Ve insanlar; sürüyle gelip bir o kalabalık ve hızla çekip gidiyor hayatlarımızdan. Kimisi son vedayı burukça yapıyor, kimisi kapıyı çarpıyor ve bazen de ne biz ne de o anlayabiliyor uzaklaşmayı, ayrılmayı. Ve elbet bir de bizim uzak tuttuklarımız-uzak durduklarımız. O eşsiz anlara, o unutulmaz anlara bir daha geri dönmeksizin, yüzlerine bakmasızın onları geride bırakıp yaşam koşusuna, maratonuna ve büyümek illetine kaptırıp gidiyoruz. Elbet sözüm yok bu gidişlere, uzaklaşmalara ve değişime. Zaten bir sonraki ana, güne, saate aynı gireceksem bu sonralığın ne anlamı kalır ki? Hep bir ilerleme, sonrakini meşru kılarak öncekinden kopma olacak ki yaşadığımızın anlamı olsun değil mi ya? Fakat işte ne kadar gereklilik ve zorunlulukla olursa olsun her bir iz, her bir yaşanan ve hatıra buruk bir tat bırakıyor geride ister istemez. Evet, “geçmiş hiçbir zaman kaybolmayacağına inandığımız bir serap” olsa bile her daim bu anın yalanlığını yüzümüze vurarak hayalimizi ve kurmacamızı da yıkıp gidiyor.
Her şeye rağmen belki de bu burukluk ve yalanlar dünyasının ortasında eldeki yıkık dökük giysilerle ve viranenin gölgesinde oturabiliyor olmak güzeldir. Değil mi ki “hatırlayabiliyorum” ve ilerisi adına kendime “vaatler”de bulunabiliyorum, gerisi yalanmış, boşmuş kime ne? Hele eskilerden ve geçmişten bir sedanın beklenmedik bir anda, o gölgelikte bizi bulması ve yaşanmış anların sıcaklığını tekrardan hatırlatarak-yaşatarak sarması her şeye değer kılıyor. Hem de ne aklı ne de duyguları muhafaza etmeye imkân bırakmayan o akış ve kaybedişlere rağmen.
Aslında senin o sıcak merhabanı tekrardan ve ilk kez duyduğumda birebir bu kelimeler değildi kafamda canlanan ama ne heyecan değişti ne de senle eski günleri yâd etme isteği. Hayatta belki de en zorlandığım şey şu “geride bırakmak” meselesi. Hem de kendi imza ve karalarıma rağmen ve şartlar ne olursa olsun. Kopamıyorum o eski seslerden, renklerden ve şekillerden. Ama gariptir gidenlerin artık hayatımda yerlerinin olmadığını daha doğrusu onları sığdıracak ne yere ne de imkâna sahip olmadığımın da farkındayım. O yüzden birebir, daha henüz “o an”a başlamış ve içindeyken böyle yaşamaya, hani bağlanarak gibi değil ama iğreti durarak da değil, daha çok ‘öz’den beslenerek, bizi biz yapan kaynağı bulmaya ve iletişimi o kanaldan sağlamaya çalışarak ilerliyorum. Ne de olsa giyim zevkini yakalayabilirsem eğer bir insanın beher gün giydiği kıyafet kimin umurunda? Yahut damak tadının yahut duygu ve düşünce dünyasının veya onun hayatını şekillendiren temel saiklerin. Zaten bir başarabilsem şu ‘gündelik hayat’la ilişkimi asgari düzeyde tutmayı, sızlanmalarım azalacak bu gidişlerden yana ve dahası bağlanışlarıma da şevk ve tat gelecek. İşte son senelerde bunun peşindeyim aslen ben. Ve ilerledim de sayılır bir parça.

Azizim,
Demem odur ki sana hayat savuruyor bizleri dört bir yana ve sürekli. Bizlere düşense buna razı olup savrulduğumuz yeni köşede binamızı ve gölgeliğimizi inşa etmek. Elbet asıl o maziden seslerin gelip bizleri ihya ettiği gölgeliği unutmadan ve ihmal etmeden. Seninle görüştüğümüz o son … gününden belli kim bilir ne yeni simalar ne yeni mekânlar ve şartlar girdi hayatına ve aynı hızla seni bırakıp gittiler. Ve hayatın kim bilir nasıl şekillenmiştir şimdilerde. Hani bende de nicesi var ya ordan bilebiliyorum. Ve sana diyorum ki pek de umurumda değil aslında onlar. Ben senin hayata bakışın nasıl şekillendi, değişti ve dahası şimdiyi nasıl görür ilerisinden neler beklersinin peşindeyim. Zira o her değişikliğin ve köşe taşının-başının altında o geridekinin imzası var. Şu büyümenin peşinde daha çok sürüklenip gidecekken ormanda yolumuzun kaybolmasından korkan çocuklar olalım da arada üç beş taş atalım geçtiğimiz yollara. En azından nerelerden gelip nerelere gittiğimizi daha kolay yakalarız böylelikle. O yüzden bir ara buralara yolun düştüğünde yahut yakında bir mesafeye geldiğinde (ki öylesi bir şeyler yazmışsın postanda) bir haber et de hasret giderelim. Ve dahası eğer yaşam akışına uyuyorsa ayda bir yahut birkaç ayda bir oturtalım şu görüşme trafiğini.

Heybeye bakıyorum bir de; beraber yaşadığımız anlara. Bizden habersizce yaşanmış, şimdiki bizlerden sanki bambaşka insanların oynadığı bir oyunu seyreder gibi oluyor insan. (Gerçi hoş ben yaşarken de onu hissediyorum) Ama bir o kadar da içten ve samimi. Hisler ve duygular hala taptaze. Sair zamanlardaki değişik konum ve sıfatlarla yaptığımız o paylaşımlar, ilk tanıştığımız H… gününden son B… gününe dek, hep aynı zeminde gerçekleşmiş. Artık seni sen, beni de ben yapan neyse söylenen kelimelere ve sergilenen harekete bakmaksızın beslemiş durmuş bizi. İtiraf etmeli bu görüşme talebi daha çok da sanki “acaba aynılığı yakalayabildik, muhafaza edebildik mi?” sorusunun eseri. Ne de olsa yeri geliyor o geride yatanlar, hayata yön veren temel saikler de gerekliliklerle beraber değişmiyor mu?
Görüşmek dileğiyle..."

Eskilerden Bir Seda

umarım haddimi aşıp hakkım olmayan bir şeyleri koymuyorumdur buraya.. ama beni o denli heyecanlandıran ve sevindiren bir çağrıydı ki bu, 'günlüğümle' paylaşmadan edemedim.. hem de hiç beklemediğim, bekleyemeyeceğim teveccühlerle bezeli.. ama esası bambaşka diyarlarda şekillenen, yaşayıp yeşeren ırmakla aynı sedaya sahip olmak, hele o bambaşka kıyafetlere ve kelimelere rağmen aynı hissiyatın eseri oluşu farketmek o denli büyük bir coşkuya neden oluyor ki insana yaşadığını hissettirip hayata tekrardan, hem de bu sefer daha gür naletler okutarak bağlanmayı emrediyor..
demek ki arı kovanı misal serpilmiş ve hayat bulmayı bekleşirken kal-ü bela'da destek almışız birbirimizden de anca şimdilerde bunun farkına varıyoruz.. dahası yetmemiş dünyayla ilk temasımızı da aynı topraklarda, 'bozlakların diyarında' gerçekleştirmişiz..
(efendim,
beni dost kılmanız ve böylelikle şereflendirmeniz şaşkınlığı ve şerefiyle yaptığımı mazur görün ve bunu layığıyla sunamadığım şükranımın bir nişanesi addedin..)


"Çok Değerli Dostum

(… ) Sakın ola aklının ucundan köşesinden bile başka bir şey geçirme çünkü sana karşı yıllar öncesinden duyduğum çok güzel bir sevgi ve onu sıkı sıkıya giyinmiş bir saygı var …'da. Açıkça aynı duyguları sessizce paylaşmışız ben de hep her görüşüm de oturup uzun ya da yeteri kadar sohbet yapmak istemiştim. Hep İstemiştim. Öncelikle unutmadan şunu hemen yazayım: yüzünde taşıdığın tebessüm sana çok yakışıyor ve bir de pek çok kimselerde pek kolay bulunmayan ışık. O ışığın yıllar geçtikçe sana yakıştığını görüyorum. Gözlerinde görüyorum. Her defasında, her karşılaştığımızda beni gören ve tümüyle gelen. Uzundur biriktirdiği özlemi veriveren. Sonra tekrar görüşmek üzere giden.

Sevgili dostum şu an yazarken istediğim ve sevindiğim bir şeyi yapma mutluluğu taşıyorum. Bana yazında söylediğin (…) güzel şeyler için sağ ol diyorum. Güzel şeyleri duymak öylesine güzel bir duygu ki, o an ışık hızıyla çocukluğuna gidip geliveriyor duyan, okuyan. Çok az süre önce yıldızlara doğru yolculuğa çıkan babam; Ziya Bey (dünya güzeli bir adamdı Ziya Bey) şöyle derdi: " güzel şeyler güzel şeyleri bulur"... Sen çok güzel bir çocuksun … Ve ben bunu yılar öncesine dayanan o kısacık buluşmalar da uzun uzun toplamıştım sevgili Dostum. Elinden geldiğince ÇOCUK kal diyeceğim ama sen zaten bilenlerdesin bildiğimi çünkü bana yazdığın mektubun tadı çocukluğunda. Hayatta en çok sevdiğim ve özlemini çektiğim şeyi sorduysan eğer o; beyaz masa örtülü bir masaydı hep ve meze ve rakı ve özlemini çektiğim dost. Sevgili dostum senin de sözünü ettiğin gibi ben de o özlem içinde kıvrananlardanım aslında ama yalnızlık bir tür canlı, o da arkadaş arıyor sanki ve beklenmedik bir zaman ve yerde hiç istemesen de sarılıveriyor sana o. O sanat adlı "canavar"... Öyle bir yalnız avcısı ki sanat neyi var neyi yok döküveriyor önüne: en renkli, en açık saçık, en heyecanlı, eşi benzeri olmayan kokular sürünen yosma, fahişe, tutku pınarları dağıtıcısı... Evet, sana açıkça söylüyorum, ya da çalışıyorum: hiç bir zaman kendimi uzak tutmaya çalışmadım kimselerden ama yukarıda anlattığım saf duygumun doğruluğuna inanmanı rica ediyorum... Sanki hep bir şeyleri yapamamışlık duygusu, ya da bir yerlere hep geç kalmışlık duygusuyla dolaşıp duruyorum şehri ve kenar köşelere atılmış çiçekleri şiirleri resimleri toplayıp eve dönüyorum. Ceplerim boş. Gözlerim Dolu.
Bana vaat ettiğin o hoş sedayı sabırsızlıkla bekliyorum. Sevinçle. Seni uzun uzun dinlemek istiyorum. Neler oldu ne güzellikler eklendi dünyalı diline... Türkü, bir de kır çiçeği zengini …li diline... Sen bilmezsin, ben …'e çok yakın bir köyde doğmuşum Adı …, şu ilk Köy Enstitüsünün kurulduğu kasabacık... Şimdi bizim geleceğimizi bildiği için önceden gidip bizlere aydınlık yollar döşemeye karar veren adam Ziya Bey beni orada dünyaya getirmiş. Güzel bir şey Bozlaklar diyarında doğmak. Çok güzel.
(…)

Sevgili … , haberini bekliyorum.

Sevgilerimle dostum.
(….)"

Anlam Veremiyorum

Nasıl olur da on beş yıldır tanıdığım bir insanı onca senenin ardından ve daha çok da etrafın uyarması, dürtmesiyle hiç de tanımadığımı fark ederim? Onca paylaşım yahut iletişim acep benim gördüğüm ‘bir peri suret’ti de o hülyaya mı kanmıştım yoksa ben mi ne kendimi ne de insanları tanıma noktasında yetersiz kalıyordum? Kim bilir belki de görmek istememek, bir hülyanın peşinden değil on beş daha nice vakit koşma ihtiyacındaydım da kendi gözlerimi kör etmiştim. Değil mi ki elde ‘yaşananlar’ ve dahası iletişim vardı o zaman ne gerek vardı ki (hep karşıma aldığımı sandığım, kendimi korunaklı kalemde addettiğim) o ‘“görünüşe aldanmamak”, hele ki gösterge toplumu’nun bir ferdi olmamak gerek’ teranesine ne denli saplanmışım kontrol edip durmanın? Akıp gidiyor işte, hem de ‘ya herru ya merru’ tadında; ne gereği var bozmanın ve suyu bulandırmanın?
Ama işte garip olan tarafta bu değil mi; hem kendini kandırıp akışa bırakmak hem de umarsızca bu akışta tutunacak dal, beni oradan çıkartacak yol aramak?

Ve daha da garibi evvelsinde pek de iletişim yokken yahut varolan iletişim kanalları çoktan kapanmış, artık sular çok daha farklı mecralarda akmaya başlamışken başkaca iki eski sedayla yollar tekrardan kesişmeye başladı. Hem de evvelsinden daha leziz ve derin paylaşıma imkân tanıyan birleşmelerle. Hem de bu onca senelik hülyanın ayırtına varıldığı gün.

Şimdi durup soruyorum kendime; hangisine inanmalı, destek verip mihenk taşı kılmalı? Hani ne akışa bırakmak çözüm ne de adını koymak, örtüsünü aralamaya çalışmak. Ve gerilerden hala soru cevapsızlığıyla boyun büktürüyor bana; “bir kral, iki nefes ve ıslık boyu krallığını acep ne vakit ve ne şartlarda inşa eder?”.

Her şeyin çözümüyse sanki daha en başta konmuş ortaya. Yakalanılacak bir nura yahut bulunacak bir öze gark edip kendini hiçbir şey beklemeksizin, ‘durum-konum gereği hareket etme’nin boyunduruğunda sal kendini. Eğer ki şartlar uyuyor da iki taraf da olur’u veriyorsa ne ala. Değilse de ne bir yükümlülük ne bir beklenti.

alaycı’lar şahına..

4.05.2006

Örtüyü Aralamak

Sanki matah bir şeymiş gibi anılıyor da bir iltifat olarak boynuma takılıyor bu kâfir olmamak, üstünü örtmemek meselesi. Oysa ben bunu ne bir güzelliğin ne de yerindeliğin peşine düşerek yapıyorum. Öylesi bir illet ki bu yakaya yapıştığında özgüveni bile buradan kurmayı zorunlu kılıp her sıfatın ve edimin ve kılışın ardı sıra geliveriyor. Hani hiç de bir övünç kaynağı olarak sunamıyorum bunu nedense. Bir illetten, meraka dönüşmüş bir zaaftan başkası değil ki bu.

Örtüsünü aralamak ve bakmak ardında ne var diye. Peki, o zaman örtü kaybetmiyor mu değerini? Dahası örtünmek ve örtmek engelleyemeceğimiz bir şeyken bu telaş bizi yanıltıp da örtünmekten de alıkoymuyor mu? Tamam, hadi düşelim bu açıklık ve hakikat peşine ama o vakit neyle oyalanacağız biz? Hiç de o arkada belirenlere yönlendirmeyin beni onları zaten başta tatsız, tuzsuz ve tecrübelenemez kılmadık mı zaten? Ve hani ulaşsak oraya nerde yuvalanacak ve barınacağız ki? Bir anlık ışıktan ve aralanmadan başka bir şey değilken bu üstünü örtmemek sair vakitlerde ne yapıp neyle meşgul olacağız biz?

ilh...

Gel Desem Gelirmişsin Meğer

Bu dört kelime zihnime dört gün önce yapıştı ve haklarını verme düşüncesi beni dört günümden etti. Öyle gidenler ve uzaklaşanlar oluyor ki hayattan, hayatımızdan ancak toz duman yatışıp, iş işten geçtikten sonra anlayabiliyor insan bu gidişin ne menem bir şey olduğunu, dahası aslında gidiş değil sadece bir uzaklaşma olduğunu. Orada öyle afacan bakışla beni takip eder ve kelimelerimi okurken aslında kafasında geçenleri hiç anlayamayacağımı, hele ki davranışları aksini söylemedikçe neye can attığını bilmeyeceğimi anladığımda artık dört kelime -miş’li geçmişin rivayetine saplanıp kalmıştı bile.
Zaten bırak gelebileceğini ben yaşadığımız hiçbir anın bile farkına varmış, ne manaya gelebileceklerini yakalayabilmiş değildim ki. Öylesine gelen ama her gelişinde de sıcaklığını ve o duyguyla karışık sorumluluk ağırlığını omzumda bırakıp kaçarcasına giden sen karşısında ağız kenarına ilişen, her seferinde silinmeyi zorunlu bırakan izi hakkım olmadan takip etmekten başka ne yapabilirdim ki ben. Kenardan, usulca, muhatabın olarak ama izlemeye hak kazanamadan. Seni beni kandırmakla falan suçlamıyorum ki ben. Tavrın gayet ve net ortadaymış asında senin; “gelirim ama çağırman lazım beni”.
Ve öte yandan akıl karıştıran, bilinen ve ‘uzakta durmam gerekliliğini’ emreden farklılıklar ötesinde, ki esas farklılıklar ne gün yüzündeydi o vakitler ne de ‘farklılık’ yaratıyorlardı, onca bana yakın olmadığını fısıldayan tümcelerin ve duyduğum, duymaz olmayı dilediğim başkalıklarındı. Eğer o isimlerle de anılıyorduysa adın aynı cümlede ben nasıl ‘gel’ diyebilirdim ki sana? Evet, gelmeni istiyordum ama nasıl geleceğini bilmeksizin nasıl çağırabilirdim ki seni? Hani tek isteğin yanında bir kahvesi eksik kahvaltıya gelmiş olsan iki poğaça ile hazırlanmış masa gereksiz kalmayacak mıydı? Bir de farklılıkların elbet; kendimi onlar karşısında durdurmaya ve sana yönelişimi inkâra neden olan farklılıklarımız. Hayata bakışta ve yaşayışta.
(...)

Sen gidip beni gayya kuyusunda bıraktığında anladım ben de “değerin ve kıymetin elde edemeyişle artması” değilmiş olay. Meğerse ne kadar çok inandırırsak kendimizi olmaza ancak o zaman olurmuş tüm olmazlar ve gelirmiş nicedir gelmeyenler. Bu tüm gelmeler, gitmeler, çağırmalar-çağrılmalar ve yolculuklarla vaat etmeler ne kadar yalan olursa o kadar inandırıcı ve gerçekmiş. Böylelikle seninle beraber tüm oyalanma ve çağırabilme ihtimallerim de uçtu gitti. Artık bu yıkık viranede harekete geçebilmek ihtimali, oyunun oyunluğu fark edişin ikinci devresinde çocukluk ve safiyetle beraber yok oldu gitti. Ve sen öyle bir gittin ve ufuk görünmez oldun ki artık ne ufuk bıraktın ne de bir liman. Gelmeye kalkan bile gelemez oldu artık. Bana düşense kendi köşemde usulca beklemek, hiç gelmeyecek mektubu ve yazmaya devam etmek gönderilmeyecek mektupları.

Ve şimdi geriye dönüp baktığımda ancak anlıyorum ki meğersem çağırmamı, daha ötesinde buyurmamı bekliyormuşsun. Oysa sen de hiçbir bilmiyordun ve öğrenemeyecektin ki ben de sen gelmeden çağıramazdım ki.
Buna ne hakkım vardı ne de mecalim.

fıstık yeşilinin ardından..

dombili ve ... (necati abi ve hilmi)







eh iki günün ardından anca aynı kareye sığdırmayı başardık ya bu da bir ilerleme sayılır..

1.05.2006

başaramamak

Bilmiyorum ve bilemem ne kadar kendimi kandırıyorum ama şu son günlerin, yazmam gereken üç sayfacığa rağmen ve üç günümü bu uğurda gömmeme rağmen bir türlü derdimi anlatamaz-o nalet yazıyı yazamazken, iş işten geçtiğinde, son dakika golü yiyip uzatmalarda hakem kararına mahkûm olduğumda akıp giden yazının açıklaması yine “şahsileştirme”ye başvurarak yapabiliyorum. Bu ‘iş ciddiye bindiğinde çekip gitmek’ yahut ‘tembellik ve aymazlık’ değil sanki sadece.
Evet, ortada bir gereklilik var ve bu gerekliliği de sağlayan-zorlayan benden başkası değil (zaten şu hayat ne yükümlülüğüm var ki ben istemeden omuzlarıma yüklenmiş). Fakat öyle bir şey ki bu ben yokum, kayboluyorum o “şu iş, şu vakit ve şartlarda yapılacak” noktasında. Hani temel benden, benim kendime kıldığım zorunluluktan, salt zorunluluğa ve şartların dayatmasına kayıyor. Şimdiyse, sonrasında, iş işten geçtiğindeyse içten gelerek ve samimiyetle ve yapmayı isteyerek-seçerek olaya dahil oluyorum. Ve bu noktada yapılan fedakârlıklar veya özveriler hiçbir önem arz etmiyor artık. Ne de olsa bana buyuran, her ne kadar ben sebep olmuş olsam da, ne idüğü belirsiz bir ‘gereklilik’ten ziyade istemem ve tercih etmem.
Ve evet, bu bana hiç olmadığı kadar bir geniş alan ve yaptıklarımın, yaşadıklarımın hele ki ürettiklerimin ‘onlara değer şeyler’ olmasını sağlıyor. Ve sonucunda, ‘o’ ne olursa olsun fark etmez bir şekilde, bir muhataba sunulmaya, paylaşılmaya hak kazanıyor. Ama bir o kadar da işlerin aksamasına, yüz kızartmalara, çevreyi bunaltmalara ve nice tatsızlıklara yol açıyor. Hele ki yaşam dört bir yandan saldırışa geçtiğinde bir kenara fırlatıp kendisine dahiliyeti imkânsızlaştırıyor.