29.07.2008

Hayat & Yaşam & Korkular

Olması için hiçbir sebep olmayanla olmaması için hiçbir sebebin olmadığı arasındaki o eşsiz uçurumda beliriveren hayat; tercihlerin yahut isteklerin veya yapabilirliklerin giremediği harikulade bir şato veyahut acizliklerin yüze vurulduğu, korkularının insanı hepten ele geçirdiği, en karanlık ve habis yönlerinin aynadan daha aşikarca gözler önüne serildiği bataklık. İşte cancağız, bu ikisi arasında bir ömür ve hayat. Gündüzün keşanesinden beslenilirse bal, gecenin viran kulübesinden nasiplenirse zehir dolu kase öne sürülen.
Fakat bu kadar da basit ve ucuz olmamalı değil mi ya? Her ne kadar ufuk ve olasılık tüm ihtişamıyla belirmiş olsa da yetmiyor “içten geçenleri” ve içeride yaşananları” ne izaha ne yakalamaya. Hayır, aslında bir o kadar oyalayıcı, sürükleyici ve doyurucu. Esenliğe ilişmeye yetmese de bir ömrü dolduruyor git-gel’leriyle ve koşuşturmacasıyla.
Oysa beride korkular; olandan olduğu kadar olmayandan yana da duyulan ve en az bu sebepsizce şekilleniş karşısında ruhu daraltması kadar eldekiyle yetinememeye yol açar, bir adım sonrasından öncekisi nispetinde ürküten korkular. Sebepsizlikler içerisinde bir sebep aramak beyhude; istersen elinle koyduğunu bul, istersen bulamayacağını, istersen de yokluğuyla beslen. Farkı yok, kendin gibi eyleyebildiğin müddetçe. Fakat işte tüm mesele de burada düğümlenmiyor mu; ya bunun sonucu isterse keyifle gelsin isterse de bir vicdan azabıyla ne gizleme kar edecek ne itiraf.
İşte biraz da bu yüzden belki de olanla olmayan ve sebeple sebepsizlik arasındaki dengenin yet(e)meyişi. İmdi soru da değişti durum da sanki. Evet, zemin kendince ve kendiliğinle kendin olarak ilerlemeyle açıldı bu sefer. Hem de korkuları hiç ama hiç duymadan ve kendine dahi duyursamadan. Lakin hayat bu, hataya yer vermezcesine salınışlara değil aksine bizzat eyleyişlere ve seçişlere ve dahasına ve sakınmaya ve en çok da sakındırmaya yönlendiriyor insanı. Ve en kötüsü belki de yaşam’ın asudeliğinden koparıyor da hesaba kitaba, hani şükür çıkarcılığa değil belki ama yerini, yurdunu, halini, keyfini, niceni, nasılını duyumsattırıyor sana. Ve sen eylemez hale geliyorsun cancağazım, kendince kendin olarak. İşte sebep bazı kendinden yana korkulardan bazı onlarla yüzleşmekten.
Yaşamın oysa buralardan değil çığlığı ve çoğunlukla ıslığı, iniltisi. O salın diyor sana sadece, içine dön, ora bak ve ordan geçeni takip et. “Bu” kişi oluşunu, orada gizli “bir” kişi oluşunla hemhal eyle ve kurtul şu hayatın ve olanın ve olmayanın zindanından. Burasıyla hiçbir ilgisi yok evet bu çağıldayışın. Yarin koynundaymışçasına nerede ve ne haldeliği unutturur ve hatta onları yok sayarcasına bir başka diyara, esenliğe gark olmuşçasına salt “oluş”unu hisset ve yaşa.
Ve buradan yükseliveriyor ne yazık ki hayatın çığlığı; oluş’un asla oluş’ta kalmayacağı ve bir o kadar da şekillenişlere ve sürüklenişlere işareti beliriveriyor. Ve kendini yaşamadan yana o tüm korkuları azdırırcasına hükmetmeye çağırıyor seni. Teslim olduğunda, teslim olunan şeyin en başta geçiciliği ve bir o kadar da sebepsizliği yahut bir başkası altında ezilebilir-yok olabilirliğiyle teslim olmaman gerektiğini; hani olur da işler senin elinden çıksa bile gene de barındırdığın ihtimallerinle teslim almaya kalkanın gözünü korkutabilirliğini vuruveriyor yüzüne.
Hele ötede beride nicesinden kuytu köşe varken, peşine düşüp hengamesinde kendini, derdini unutturası eğlence varken ne mümkün bu sese kulak vermemek. Ne mümkün korkuların üstüne gidebilmek. Ne mümkün olana yahut olmayana kafa yormamak…
Evet cancağızım, evet. Ne mümkün “burada, bu halde” yaşadığımızı unutabilmek. Bir yanda gereklilikler ötesinde istekler esir alırcasına bizi çevirmişken nasıl çözülür bu denklem, nasıl da hayatın viranesinden yaşa’m’ın keşanesine varılır, nasıl salt salınış gerçekleşir de oluş’un tadına varılır ben de bilmiyorum.


Oysa sadece şunu biliyorum; ben buraya ve şartlarına mahkumum ben olduğumdan beri. Ve oyunu ancak oynayabilirim iyisiyle kötüsüyle. Fakat ne sesim ses ne de eyleyişim benim eylemem. Neresi olduğunu bil(e)mediğim bir diyarın muştusuna ve güzelliğine vurulmuş oranın nasıl olabileceğini anlatma ve anlama derdindeyim, buraları oraya katık edip. Kah oluyor ve seviniyorum yahut üzülüyorum, kah olmuyor da seviniyor veya üzülüyorum.


Ve yaşa’m, delicesine buyurgan, kırılgan, esirgeyen ama seni-beni korunaksız ortada bırakan yaşam, kelimelerin yetmediği, hazzın hazzedildiği, hayatın gizinin (artık) kaybolduğu, buraya döndüren ama burayla bağını da koparmış, beni benden alan ve beni bana mahkum eden yaşam. Yanına yöresine ulaşırsam şükreylediğim, uzağına düşersem hayıflandığım, lanetler ederek delicesine sevdiğim…

4.07.2008

Eserleşmiş bir hayat..

Nasıl olur da bir yaşam, yaşanmaya değer kılınabilir? Ve nasıl olur da yegane gerekçesini yaşamasından ve kendinden haricen bir noktada bulabilir? En esaslısından zayıfına pek çok istinat noktası yığılırken acep kaç tanesi kıyasıya bir yıkım ve sorgulama karşısında direnebilir? Oysa bir “eser” nispetinde kendi anlamını kendisinde bile bulamayan bir yaşam için öyle mi? Bir yanda ortaya çıkmak ve kendini haklılamak için çırpınırken öte yanda sadece ve sadece salınmak, bir amacı geçtik salınış ve oluşunun bile farkında olmaksızın orada öylece durmak.. bilmem mümkün müdür? Hele ki “bulunuşunun farkına varabilmesiyle” ayrı bir anlam kazanan için böylesi bir yaşam tarzı ve tecrübesi ne denli mümkün olacaktır?
Bırak nereden ve nasıl gelişi bilmeyi, gelenin içeriğine bile vakıf olmaksızın ilhama ne denli teslim olunabilir ki? Ve dahi eser dediğin bir emeği ve bir o kadar da “ortaya koyuş”u işaret etmez mi? Hani ilhama teslimiyet mümkün olsa bile nasıl olacak da emanete hıyanet edilmediğinden emin olunacak? Hele ki tümden bir yaşam buraya havale edildiyse ve ancak kelimeler nezdinde hayata geçiliyorsa usulca durmak ve tekrar tekrar şüphelenmemek, kontrol ihtiyacı duymamak ne mümkün?

ilh..