Oyuk – Sözsüzler Tekkesi - Yüzleşme
Bir sabah yüzüme vuran gün ışığıyla uyandım. Henüz kendime gelemeden kapının aralık olduğunu ve hücremde yalnız başıma olduğumu fark ettim. Ne zamandır burada olduğumu düşündüm ama bir yere varamadım. Sonra her gün kapı eşiğine ısrarla bırakılan somunlardan anlamak için bir heves bakındım. Heyhat günümün biricik işteşliği olan karıncalarla yemek paylaşmamı hatırladım, duraladım. Buradaki her günümde, biz insanların ancak birkaç yüzyıl sonra akıl edeceği cumhuriyetçilikle seferber olan bu varlıklarla azığımı ve suyumun yarısını paylaşıyordum. Şaşmaz bir nizamla bana yeni bir günün başladığını yüzümde gezinerek duyuran bu biçareler yılmaz bir gayretkeşlikle arayışa girdiğinde gözlerimi açıyordum. Kapı eşiğinde bulduğum ekmeği, beher zayıf bedenlerinde güç getirmeyecek denli ufalıyor ve yine her gün tazelenen tastan aldığım bir yudum suyu kendime azık edip diğer yudumu eşik taşına onlar için bırakıyordum. Sonrası zifiri karanlık yeniden çökene değin zifiri bir hareketsizlikti. Zihnim ilk günlerde mütemadiyen olan ve olmayanlar üzerinden beni kışkırtıp durmuştu. Fakat zamanla düşünce, yolunu şaşırıp hücreme giriveren ve aynı hızla uzaklaşıveren böcekler ve mahlukatlar gibi beni terk etmeye başladı. Söz, zaten söz konusu değildi. Dünyanın tüm keşmekeşinden uzakta öylece duruyordum. Bir şeyi beklediğim, bir hususu düşündüğüm yoktu. “Yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyor”dum. Rüyasız kesif bir uyku, sabah yüzümü karıncalandıranlar, yeni günle kutsanışım ve yeknesak bir hareketsizlik, karanlığın hücreme doluşu, karanlığın tümden beni ele geçirmesi ve uykuya teslimiyet. Oysa nefesim hiç durmuyordu. Burnumdan ve ağzımdan mütemadiyen bedenime doluyor, onu hayatiyetiyle şişirip canlandırıyor, tüm hücrelerime varana değin dolanıp sonra aynı usulde sakince çıkıp gidiyordu. Benim bir şey yapmama gerek yoktu. Tıpkı yeryüzünde salınmak için yapmama gerek olmadığı gibi. İçgüdülerime mahkumiyetimle mücadeleye girişmesem çoktandır olacak bir seyri ben ancak şimdi tadabiliyordum. Bazen daha derinden, ciğerlerimi tümden dolduran bir nefes yolculuğumun başında bir çobanın söylediği deyişle bünyemi sarıyordu; “Kimi bulduğunda yer, bulamadığında şükreder. Kimi bulduğunu paylaşır, bulamayınca şükreder. Belli ki sen hiçbirisi değilsin”. O anlarda şifam yine onun sözleriyle geliyordu; “Bu da geçer ya hu”. Evet, geçiyordu. Neyin geçtiğini bilmiyorum ama bedenimi tekrar ve tekrar hayata bağlayan nefesim gibi bir şeyler mütemadiyen geçiyordu. Sadece ben dışarıda değildim ve düşünceyle sözden azade olmuştum. Fakat şimdi oturduğum taştan beni kalkmak zorunda bırakan bir şey vardı. Kapı aralanmış ve azığım kesilmişti. İşin kötüsü ovada dolanarak, hemcinslerimle ve nefeslenen diğerleriyle temastan yorularak buraya gelmiş, sığınmıştım. Bu benim bir kapıdan ilk kez kovuluşum değildi ama son olacaktı. Olmalıydı. Kalktım, yürüdüm. Oyuk – Sözsüzler Tekkesi - Yüzleşme Temkinli adımlarla hücremden çıktım. Etrafta kimseler yoktu. Birilerinin olmasına şaşırmayacağım bir yerleşim yerinde olduğum kesindi. Fakat uzun zamandır buralara kimselerin uğramadığı da kesindi. Oysa bu terk edilmişliği hak etmeyecek kadar zamandır içeride olmadığımı bir şekilde biliyordum. Evet, burası buyur edildiğim avluydu, şurası üzümlerin işlendiği kovuklardı, hemen oracıkta üzüm bağları vardı. Hepsi hemen önümde duruyordu. Ama yıllardır herhangi bir insanın buralarda yaşamayı bırak gezinmediği kesindi. Sonra mezarlığa gözüm ilişti; ilk geldiğimde bir yaşam alanın bu denli dibinde olmasına şaştığım mezarlığa. Üzerlerinde otlar bitmiş, birbirine girmiş toprak yığınları olmasını sadece taşların ayırdığı bir hale dönmüşlerdi. Artık kesinlik ve emniyetten yoksun olduğumu o an anladım. Bir zamanlar bu topraklarda doğduğumdan, uzak diyarlara ilim ve irfan peşine düşüp yollanmamdan, bitmesi mümkün olmayan bir eseri yazmaya koyulmamdan, kendimi inşa ettiğim memleketten sürgün edilip çocukluk hülyamın hikmetinin peşine düşüp onlarca diyar gezmemden de artık emin olamayacağım bir andı. Bir yandan yılmaz bir asudelikle güven iklimindeydim. Ne bir soru ne bir tedirginlik hissediyordum. Bir yandan da bu topraklara ahir ömrümde gelip yeniden o rüyayı gördüğümde hissettiğim endişeyi, yaşayageldiklerimin aslen bir hayal olduğu korkusuyla titriyordum. Aşina bir refleksle yürümeye başladım. Düzlükler engebelere, engebeler tepelere döndü. Gün henüz akşama varmamıştı ki bir tepenin ardında birden doğduğum memleket belirdi. Nefesim tıkanana değin hızlanarak oraya varmak için acele ettim. Neyin rüya neyin gerçeklik olduğunu bana ancak oradaki oyuk söyleyebilirdi. Köy olmasını beklediğim sınırlara yaklaştığımda titremem daha da arttı. Çünkü bu diyarlarda yüzyıllardır kimselerin gezinmediği kesindi. Evet, burası çocukluğumdan ancak bir gününü hatırladığım, sürgünlüğümde yeniden ziyaret ettiğim o topraklardı. Fakat hatıramla kesişen mekanın ötesinde bir zaman kayması vardı. Tarumar olmuş bahçelerden ve anlamını yitirmiş meydanlardan koşarak aşinalığın sunduğu emniyet hissine yol aldım. Nihayet tepesinde türbeyle karşımda dikilen tepeciği tırmanmaya başladım. Sadece ve sadece oyuğun orada olmasını umuyordum. Ancak eğer ona ulaşabilirsem his ve düşüncelerimin birer fanteziden ibaret olmadığından emin olabilecektim. Nefes nefese doruğa vardığımda girişi görmemle içimi bir huzur kapladı. O an, buraya ilk çıkışım ve sonrasında yaşadıklarım tümden gözlerimin önünde canlanıverdi. Bu öyle güçlü bir canlanmaydı ki yaşadıklarım haricinde tüm diğer olasılıkları, her tercihimin farklılığında yaşanabilecekleri de içeren bir gerçeklikte bana duyuruyordu. Eğer o gözlerimin önüne seriliveren eşiği geçip içeri girebilirsem tüm olan ve olmayan hükmünü yitirecek, eriştiğim sözsüzlük makamının dahi varlığını unutabilecektim. İşte bu minvalde önünü otların, girişini örümcek ağlarının kapladığı oyuktan içeri girdim. Orası benim tüm kerterizlerimden kurtulup neyin sancısını çektiğimi bilmeksizin yaşadığım ızdırapların cevabı, hakikat kapım olacaktı. Olmalıydı. Tekrar ve tekrar bulup kaybettiğim, aslen hiç erişmediğim yüzüme vurulan makamların ötesinde bir gerçeklik olmalıydı. Tüneli geçip açıklığa henüz varmıştım ki bir zamanlar tekrarla rüyamda gördüğüm sahnenin içerisinde olduğumu anladım. Sağ başımda Sarı derviş, sol yanımda Deli Fadıl ve tümden ahali halka olmuş meclisteydi. Ben ne huzura kabul edilmiş ne dışarıdaydım. Tam karşımda benden bir suret bana gülümsüyordu. Onun yanı başındaki Teşrifatçı Kahya, bakracına doldurduğu sudan bir yudum alıp yanındakine uzattı. Beni ve bir zamanlar yerinde yer aldığım zatı es geçen seremoni tastamam yeniden tekrarlandı. Bu sefer yadırganma hissetmeden, kendimi bildim bileli bir eşikten adım atamayan ben son bir hamleyle halkadaki boşluğuma kuruldum ve huzurla oturdum. Artık rüyanın, hülyanın ve gerçekliğin birbirine erdiği bir demdeydim. Kendimi bırakabilirdim. * Gözlerimi açtığımda oyuğun içerisinde ben ve hep ben olarak yaşadığım o diğer zat vardık. Oyuğun duvarına yaslanmış, girişte beliren yaşam vesilemiz Erciyes’e bakıyorduk. İnsan evladının atlar ve diğer mahlukatla yeryüzünde huzur içerisinde yaşaması için kendisini bu toprak altındaki oyuğa hapsetmişti. Ve şimdi nöbeti ben devralmalı, onu özgür bırakmalıydım. İkizim, biz ve insanlık namına dışarıda dolanırken ben bu oyukta, ahir ömrümde varoluşumuzun kırkta bir vebalini omuzlarımda taşımalıydım. Artık huzur içesinde, bir gün insanlık ejderhadan beter bir düşman karşısında yeniden oyuklarına sığınmak zorunda kaldığında onlara kurtuluş yolunu öğretecek metafizik uflazyen’i tamamlayabilirdim.