16.08.2006

Yalnız Bir İnsan

Bakıma girdiği,mecburen bakıma alındığı bu günlerde “yalnızlık” bahsine de el atmak, onunla yüzleşmek durumunda kalmış, çoğu zaman kendisinin bile onu terkettiği, bir telefon yahut beş metre uzaklığındaki insanların dahi ona kar etmediği ve bir türlü bununla barışamamış yalnız bir insan, yalnız bir ruh.
Taşıdığı hasletler itibariyle mi bu halde olduğu yoksa umarsız bir çırpınışla farkedilmesi gerekenin, örtüyü aralamanın mı peşine düştüğü belirsizce eskaza ve çoğunlukla unutsa bile onu bulupyakasına yapışan bu illetten muzdarip bir insan.
Kelimeleriyle ve hayalsiz hayalleriyle kurduğu dünyasında yaşarken oradaymış ve öyleşmiş rolü oynamayı adet edinmiş bir sahtekar. Öyle bir rol ki her an dağılacak, her an parçalanacak olduğunu unutuşun-akışın en şiddetli-koyu demlerinde bile kendini hatırlatan ve hatta her kurulu dünyanın da o denli kolaylık ve hızla, hem de en güvenilen yer ve zamanda, yıkılabilecek bir ...’den başkası olmadığını o yalnız insanın suratına çarpan bir rol.
Kelimelerin ve hayalsiz hayallerin inşa ettiği bu dünyada “ey aciz varlık, işte güvendiğin-güvenebileceğin her putu, her dalı böyle un-ufak ederim ben” çekici-sorgusu öyle mert ve yılmaz bir kale ki içinde barınmaya imkan bırakmaksızın sorgulamaların kaynağını bile yeri geliyor da bir toz bulutu kılabiliyor.
Şimdilerde bu yalnız insanın merakı ve korkusu oniki, onsekiz ve yirmialtıda yaşananın ne ölçüde hayata bağlayan-onu yakalamayı emreden bir şok olduğu yahut ne ölçüde dönemsel ve bugün de kaçılan yaşama hazırlık safhaları olduğundan yana. Öyle ya eğer ki çocukluk, ergenlik, yetişkinlik dizgesinden gelme bir buyruk ve yaşama gelense bu, duyulan korku ve acizlik olsa olsa “bilinmeyene, hadi en iyimserliğiyle değişime direnme”den başkası olmayacak. Ve “teker teker kaybedildiği” düşünülen ve artlarından üzünülen yakınların kat ve mertebelerine terfi olunacak.
Veya kötünün iyisiyle artık adı “travma” mı olsun yoksa “temeli sağlamlaştırma” mı farketmez, hazmetme sürecinin getirdiği bir gaz yoğunluğu ve birikmesinden ibaret, hayata hazırlık sürecinin üç aşaması olarak kişisel tarihçede yerini alıp bireyi tarzını ve kimliğini oturtmuş olarak meydana sürecek. Ve sonuç yine mahkumiyet, yine kayboluş. Hem de geri gelmemesiye.


Ama bu yalnız bir insanın gönlünden geçenancak ve ancak başlarda dile getirilmiş, uğruna methiyeler düzülmüş, tüm güç ve özgüvencini sorgulamasından, yeri geldiğinde kendisine bile doğrultmaktan çekinmediği “ey aciz varlık, işte güvendiğin-güvenebileceğin her putu, her dalı böyle un-ufak ederim ben” silahından alan yalınlığını yakalamak ve bu üçlemenin(sevgi, inanış,düşünce) de bizzat sığınılmış, dokunulmazlığı ve ulaşılmazlığı yarı açık ilan edilmiş muhkem mevkilerin yıkılışı olarak görebilmek. Ki böylelikle tüm muhtemel sığınış ve ulaşılmazlıklarda yerle bir edebilme imkan ve ihtimaline kavuşacak, çıkılan çetin yolda yorgunluğun yahut uğranılan durağın-diyarların rehavetine kapılmama güvenini kurabilecek.
Yola koyulma vakti geldiğinde, yalnızlığın yanına hangi azık yahut yandaşı alırsan alsan bile en azından yola çıkabilecek cesaret ve gücü bulabilmen umuduyla ey yalnız insan...


(en gitmez denilen insanın gidişi, kaybedilişi ve tekrardan gelişine ve onun tüm sıfatsız, isimsiz ve yalınlığına..)

14.08.2006

gönderilmemiş mektuplar 27


Kendimi düşününce, hem de söyleyegeldiğim o “hayal kurmayan bir insan olmanın” tam tersine, sadece ve sadece düş kırıklıklarından ibaret olarak görüyorum. Ne yazık ki bunun iş ciddiye bindiğinde ortadan kaybolmakla da ilgisi yok. Kendi içimde kurduğum, heves ettiğim noktalar öylesine bir hız ve istikrarla elimden kayıp gidiyor ki arkalarından değil ağlamak onları anlamak-fark etmek bile çoğu zaman mümkün olmuyor. Belki de basit bir “sarhoş kafayla söylenene mi yoksa sair zamanlardakilere mi itibar etmeli?” denkleminden başkası değil bu. Öyle ya o denli az ve sınırlı zamanda hatırlayıp ayrımına varıyorum ki bunun pek de üzerinde durulası değil. Ama öte yandan öyle kökten ve temele dair ki söylenenler-düşünülenler es geçmek mümkün değil.
Evet, haklılığı-haksızlığı dahası benim için geçerliliği-geçersizliği bir yana “gündelik hayattan uzaktalık” ilan edildi bir kere. Yıllar öncesinde “oyunun oyunluğunun” fark edilmesiyle dahası “birazdan çağrılacaksam kendimi oyuna kaptırmam neden?” kaygısıyla o “buzlu cam” inşa edildi ve hayat hep onun gerisinde aktı durdu. Fakat “nihailik” peşine düşmüş bu cengâver için kendisinden ve haliyle ve bu uzaktalık için de emin olmak mümkün değil ki. Sanırım esas sorun da bu ve hep bu olarak kalacak: Nasıl olacak da burada, bu hayatı yaşarken, hani en basitinden “hiç hayal kurmaz” ve ancak “üç-beş metre önü ve ardını feneriyle aydınlatabilecekken” burada kalmayabilecek, kendimi oyuna kaptırmayacak ve dahası bundan emin olup sağlamasını yapabileceğim?
Geçen sene(lerde) bu son seneye “inziva” çağrısı ve isteğiyle girmiştim. Hem insanlıktan hem de gündeliklikten kurtuluşumun nişanesi olması dileğiyle. Ve Fransızcayı düzeltmek, eserler vermek, susmayı becerebilmek benzeri temennileri gerçekleştirememek bir yana o gir-çık’larla, kendisini anca cam fanus içine kapatmalarla kendimi sadece bir şeylerden esirgemiş ve haliyle mahrum etmiş oldum. Hele içimde o yanmaya devam eden “yaşama ve konuşma (elbet sana yönelik olandan bahsetmiyorum, sana konuşmak susmaktan farksız benim için)” arzusunu gördükçe “düş kırıklığından ibaret” oluşuma hepten ikna oluyorum. Oysa dilekler “salt kendin olabilmeye” yönelikti, uzaktalığını ilanladığın bu hayata dair hiçbir yöneliş barındırmadan susabilmeyi başarmaya,

Soğukkanlı ve olabildiğince teşhise-tanıma ulaşmaya gayret ederek kendimi değerlendirmek isteğimde bulduğum “eminsizlik”ten başkası değil. Adı yadigâr kalmış boş bir çuval öylece. Yıllar yılı kaftan niyetine giydiğim, nice törenler için hazırlık yaptığım o çuvalın, içinde olması gereken benden yoksun öylece yığılıverdiğini görüyorum. Olumlu da olumsuz da bir şey yok ortada, çünkü ortada bir şey yok zaten. Üç-beş kelime kırıntısı, bir o kadar tadı-gazı kaçmış heves ve “onlar mı gitti ben mi gönderdim” belirsizliği kalmış anca. Sanmam ki dönemsel olsun, “ileriye dönük belirsizlikten” ve “ara dönemde bulunmaktan” kaynaklansın bu durum. Liseyi beni ben yapan edebiyat ve okuma aşkını geride bırakarak bitirdim. Yedi sene boyunca da artıkları ve kalanlarıyla “eli kalem tutan” olarak idare ettim durdum. Şimdiyse yeni bir “ara-geçiş döneminde” beni ben yapan bir başkasından, felsefeden kopmak üzere miyim diye endişelenmemem için hiçbir sebep yok. İnsanları ikna etmek-inandırmak değil mesele ya da kıçı kırık bir ödevi hazırlamak da. Hani geriye doğru farklı bir bakışla “nice muazzam zafer ve başarıyı” da görmek mümkün elbet ama derdim onlar da değil. Başımı iki elim arasına aldığımda, kısa süreli gelişlerle sarhoş duygusallığında beni perişan edip giden düşüncelerle, yıllar yılı kurduğum-kurduğuma inandığım krallığımın ve düşlerimin yıkılıp boşalmasıyla baş edemiyorum ben.
(düzeltme 210706)

yolun sonu

artık zamanı ve yeri geldi gibi..
pek bir yakında ya tümden geri dönerek yahut da/hiç olmadı birikmişleri harcayarak burdayım..
esenlik dilerim canım kendime..

6.08.2006

Onulmaz Eylemsizlik Ve Kendine Dönük Merak

Böylelikle “beni ben yapan” yahut bana dair temel özelliklere bir yenisi daha eklendi. İkincisi zaten malumdu nicedir, kelimelere dökülmesi ise birkaç ay önceydi. İlki de çok yabancı olmamasına karşın “kariyer”le ne bağlantısı kurulmuş ne de bu denli netleştirilebilmişti. Sonuçta kariyerle, adam olmayla veya “bir şey olmayla” bezenmiş korku yanına-yöresine bir alternatifini koyamadığım “olmak” korkusundan başkası da değil. Zira hayat karşıma, benim çizgim ne yönde ve hangi içerikle çizilmiş-çizilir olsa da beraberinde bir olmayı getirecekken evvelsinde olmalara duyulan yenileme ve iyileştirme çabası ve bunların getirdiği yorgunluk ve bezginlikle, ancak mutlak belirlenmişlik ve hapsolmuşluk duygu ve haliyle korkusuyla çıkıyor. Belki de bu ikilemeye bir üçüncüsünü, değişebilme yüzsüzlük ve uyum yeteneğini sağlar bir açıklığı beraberinde getirecek bir dayanak noktasını katmamla çözülecek.
Ama açıklaması ne olursa olsun, ki en temel ve derininde elbet eyleme geçiş ve kaçınılmaz sürüklenmeyle beraber merakın ölmesi yahut ona ayıracak zaman ve mecalin kalmayacak oluşu var, kariyerde şekillenen ve “bir şeyler yapmak lazım” dürtüsünü bile bastırır korkuyla “bir noktaya gelmek” yani eyleme geçmek benim için oldukça zor oluyor. Oysa garip ve bir o kadar komik ki bu eylemsizlik salt bir durağanlık değil. Nerede ve ne şekilde olduğu kesinlikle deşilmeye muhtaç bir iç dinamikle yahut alışageldiğimiz tabirle dubalıkla, belayı-hayatı-sorumlulukları savuşturur mahiyette hareketlilik de sağlanıveriyor. Fakat esas daha vahim durum bu sığınılan eylemsizliğin de aslen bir seçim ve hareket olması. Tamam bir yerlerde-bir şekilde olmak korkutucu olabilir lakin bunun alternatifsizliği bu denli kabul edilmiş ve kör gözüm parmağına sokulmuşken ... ilh.
(03.08)

Zor Bir Dönem

Beni zorlayan ve kahreden bir dönemden geçtiğim kesin. Fakat ayrıntılara takılmayıp deşecek cesareti bulduğumda snırım karşıma çıkan ve çıkması gereken şey “kendimle yüzleşiyor” olduğum. Kendime biçtiğim değerler, yaşadıklarım ve yaşamadıklarım, hayal kırıklıklarım ve üzüntülerim, tembelliklerim ve eylemsizliklerim... kendimi kaybetmekten yakındığım bu günlerde belki de hiç olmadığım kadar kendimle karşılaşma ve yüzleşme fırsatını yakalamaktayım. Öyle ya gelip giden “iyi ve kötü” anların herbirisi ancak hayatıma ve haliyle kendime dair hissettiklerim ve düşündüklerim. Ve öylesi bir içtenlik ve reddedişleri de barındırıyor ki sahip olduğum yahut sahip olmayı düşlediğim her nokta bir şekilde gözden geçiriliyor. Hem de açıklıkla ve dürüstlükle övündüğüm yaşamımda bilerek-bilmeyerek üstünü örttüğüm her noktaya inkarı mümkünsüz kılan ışık ve dikkati boğarak.
Başından beri farkettiğim şeyse bunun kaçınılmaz bir dibe batma, sınırı zorlama hamlesinden başkası olmadığı. Hem de “son seferin şiddetliliğinden” sıyrılıp onulmaz bir açımasızlığa kavuşma telaşıyla. Ve ortada hiçbir ışık ve ümit yokken bile beliren-kaybolmayan “eğer bu badireyi atlatmayı başarırsam hiç olmadığım kadar güçlenerek çıkacağım kesin; ama eğer ki çıkamazsam da zaten ben yokum demektir ortada” düşüncesi.
Ne kadar dibe battığımı, batabildiğimi henüz bielemesem de her türden kutsiyet ve değerimi alaşağı etmeye yeltendiğim kesin. Buna kendimi gördüğüm yer ve ederler de sığındığım liman ve kucaklar da dahil.
Sahilde, belki de es kaza orada bulunuşun dışında hiçbir şey ifade etmeyen yakınlıkla, sabahın ilk ışıkları altında şahit olunan bir çöküş ve sıcaklık dileyişinde bile uzatılan elin, sunulan kucağın karşı tarafa bir şey ifade etmemesi basit bir fizyolojik kapanmadan-imkansızlıktan ötesinin işareti. Yahut yakınlığına ve yönelişine olabildiğince güvenilerek zorlanan insanın ancak ve ancak kendi şartlarında gelebilmesi ve hatta öte vakitlerde gelse bile “huzura kabullenilmeyecek(!)” oluşu yaşanması gereken ve çıkartılacak dersleri beraberinde getiren bir deneyim.
Evet, o kapı şaşalı ve azametli görünüşüne rağmen o denli zayıf ve bir omuz fiskesine bağlı ve evet o görünüş ve sakladığı duruşuna rağmen bir başkası ve hatta çoğu vakit-her ne kadar aksi için varımı yoğumu ortaya döksem de- kendime bile o denli ulaşılması imkansız bir noktada ki bırakın yıkılıp yerle yeksan edilmek çalınması, olmadı farkedilmesi bile mümkün değil.
Bir yanda olabildiğince nesnel ve yüzleşmeye dair insanı yoran-yıkan meseleler ve öte yanda hala varlığını koruyan “insan olmakla” alakalı sorun edişler. İnsanlarla çünkü ben de insandan başkası değilim. İçinde bulunduğum şartlarla, kendi oluş-insan oluş- olan derdim o denli büyük ve derin ki ortaya uğraşılması gereken-zorunda kalınılan kendim ve ona dair uğraşlar-sorumluluklar çıksa bile bunu yok edemiyor.
...
Şimdi gün koşusturma vaktinin geldiğini buyurarak doğuyor. Kendimden başlayarak; ama asla temel derdi unutmadan ve asla temel derdin ortaya yeni dertler çıkartmasına fırsat vermeyerek.