Yalnız Bir İnsan
Bakıma girdiği,mecburen bakıma alındığı bu günlerde “yalnızlık” bahsine de el atmak, onunla yüzleşmek durumunda kalmış, çoğu zaman kendisinin bile onu terkettiği, bir telefon yahut beş metre uzaklığındaki insanların dahi ona kar etmediği ve bir türlü bununla barışamamış yalnız bir insan, yalnız bir ruh.
Taşıdığı hasletler itibariyle mi bu halde olduğu yoksa umarsız bir çırpınışla farkedilmesi gerekenin, örtüyü aralamanın mı peşine düştüğü belirsizce eskaza ve çoğunlukla unutsa bile onu bulupyakasına yapışan bu illetten muzdarip bir insan.
Kelimeleriyle ve hayalsiz hayalleriyle kurduğu dünyasında yaşarken oradaymış ve öyleşmiş rolü oynamayı adet edinmiş bir sahtekar. Öyle bir rol ki her an dağılacak, her an parçalanacak olduğunu unutuşun-akışın en şiddetli-koyu demlerinde bile kendini hatırlatan ve hatta her kurulu dünyanın da o denli kolaylık ve hızla, hem de en güvenilen yer ve zamanda, yıkılabilecek bir ...’den başkası olmadığını o yalnız insanın suratına çarpan bir rol.
Kelimelerin ve hayalsiz hayallerin inşa ettiği bu dünyada “ey aciz varlık, işte güvendiğin-güvenebileceğin her putu, her dalı böyle un-ufak ederim ben” çekici-sorgusu öyle mert ve yılmaz bir kale ki içinde barınmaya imkan bırakmaksızın sorgulamaların kaynağını bile yeri geliyor da bir toz bulutu kılabiliyor.
Şimdilerde bu yalnız insanın merakı ve korkusu oniki, onsekiz ve yirmialtıda yaşananın ne ölçüde hayata bağlayan-onu yakalamayı emreden bir şok olduğu yahut ne ölçüde dönemsel ve bugün de kaçılan yaşama hazırlık safhaları olduğundan yana. Öyle ya eğer ki çocukluk, ergenlik, yetişkinlik dizgesinden gelme bir buyruk ve yaşama gelense bu, duyulan korku ve acizlik olsa olsa “bilinmeyene, hadi en iyimserliğiyle değişime direnme”den başkası olmayacak. Ve “teker teker kaybedildiği” düşünülen ve artlarından üzünülen yakınların kat ve mertebelerine terfi olunacak.
Veya kötünün iyisiyle artık adı “travma” mı olsun yoksa “temeli sağlamlaştırma” mı farketmez, hazmetme sürecinin getirdiği bir gaz yoğunluğu ve birikmesinden ibaret, hayata hazırlık sürecinin üç aşaması olarak kişisel tarihçede yerini alıp bireyi tarzını ve kimliğini oturtmuş olarak meydana sürecek. Ve sonuç yine mahkumiyet, yine kayboluş. Hem de geri gelmemesiye.
Taşıdığı hasletler itibariyle mi bu halde olduğu yoksa umarsız bir çırpınışla farkedilmesi gerekenin, örtüyü aralamanın mı peşine düştüğü belirsizce eskaza ve çoğunlukla unutsa bile onu bulupyakasına yapışan bu illetten muzdarip bir insan.
Kelimeleriyle ve hayalsiz hayalleriyle kurduğu dünyasında yaşarken oradaymış ve öyleşmiş rolü oynamayı adet edinmiş bir sahtekar. Öyle bir rol ki her an dağılacak, her an parçalanacak olduğunu unutuşun-akışın en şiddetli-koyu demlerinde bile kendini hatırlatan ve hatta her kurulu dünyanın da o denli kolaylık ve hızla, hem de en güvenilen yer ve zamanda, yıkılabilecek bir ...’den başkası olmadığını o yalnız insanın suratına çarpan bir rol.
Kelimelerin ve hayalsiz hayallerin inşa ettiği bu dünyada “ey aciz varlık, işte güvendiğin-güvenebileceğin her putu, her dalı böyle un-ufak ederim ben” çekici-sorgusu öyle mert ve yılmaz bir kale ki içinde barınmaya imkan bırakmaksızın sorgulamaların kaynağını bile yeri geliyor da bir toz bulutu kılabiliyor.
Şimdilerde bu yalnız insanın merakı ve korkusu oniki, onsekiz ve yirmialtıda yaşananın ne ölçüde hayata bağlayan-onu yakalamayı emreden bir şok olduğu yahut ne ölçüde dönemsel ve bugün de kaçılan yaşama hazırlık safhaları olduğundan yana. Öyle ya eğer ki çocukluk, ergenlik, yetişkinlik dizgesinden gelme bir buyruk ve yaşama gelense bu, duyulan korku ve acizlik olsa olsa “bilinmeyene, hadi en iyimserliğiyle değişime direnme”den başkası olmayacak. Ve “teker teker kaybedildiği” düşünülen ve artlarından üzünülen yakınların kat ve mertebelerine terfi olunacak.
Veya kötünün iyisiyle artık adı “travma” mı olsun yoksa “temeli sağlamlaştırma” mı farketmez, hazmetme sürecinin getirdiği bir gaz yoğunluğu ve birikmesinden ibaret, hayata hazırlık sürecinin üç aşaması olarak kişisel tarihçede yerini alıp bireyi tarzını ve kimliğini oturtmuş olarak meydana sürecek. Ve sonuç yine mahkumiyet, yine kayboluş. Hem de geri gelmemesiye.
Ama bu yalnız bir insanın gönlünden geçenancak ve ancak başlarda dile getirilmiş, uğruna methiyeler düzülmüş, tüm güç ve özgüvencini sorgulamasından, yeri geldiğinde kendisine bile doğrultmaktan çekinmediği “ey aciz varlık, işte güvendiğin-güvenebileceğin her putu, her dalı böyle un-ufak ederim ben” silahından alan yalınlığını yakalamak ve bu üçlemenin(sevgi, inanış,düşünce) de bizzat sığınılmış, dokunulmazlığı ve ulaşılmazlığı yarı açık ilan edilmiş muhkem mevkilerin yıkılışı olarak görebilmek. Ki böylelikle tüm muhtemel sığınış ve ulaşılmazlıklarda yerle bir edebilme imkan ve ihtimaline kavuşacak, çıkılan çetin yolda yorgunluğun yahut uğranılan durağın-diyarların rehavetine kapılmama güvenini kurabilecek.
Yola koyulma vakti geldiğinde, yalnızlığın yanına hangi azık yahut yandaşı alırsan alsan bile en azından yola çıkabilecek cesaret ve gücü bulabilmen umuduyla ey yalnız insan...
(en gitmez denilen insanın gidişi, kaybedilişi ve tekrardan gelişine ve onun tüm sıfatsız, isimsiz ve yalınlığına..)