30.09.2007

insan

insan; komik bir varlık.. kendisiyle değil bizzat kendisine ve çabalarına gülünesi bir varlık.. hani acaba kendime dair duygu ve düşüncelerimden hareketle mi böyle düşünüyorum demeden duramıyorum ama cevap değişmiyor;
insan, komik bir varlık.. onunla değil bizzat ona gülünecek bir varlık.. çabası, mecrası, uğraşı, eylemi neye yönelik ve neyden ilhamla olursa olsun değişmiyor gözümde..ön kabulümün mü kurbanıyım yoksa şartlarımın mı bilemesem de umursamaksızın diyebiliyorum işte; insan, komik bir varlık, kahkahalarla gülünesi hem de..
derdim kendime gülmek mi yoksa kendim ışığında beliren "bir insan"a ve haliyle "insan oluş"a gülmek mi bilemeden meydan okuyorum işte; "farkı yakalayan beri gelsin!" a dostlar..

26.09.2007

GİRİZGAH /

2. Kabus (iç ses)
Belki de korku sadece yeninin ve başlangıcın korkusudur. Hani elbette bir şeylerden vazgeçmek ve yerine bir başkasını koymanın ağırlık ve sorumluluğu apayrı ama ‘biz’e dair, bizi esas durdurtan ve aklı karıştıran sakın o bahsedegeldiğimiz “kendine güvensizlik” olmasın? Nasıl olacak da hayali kurulanlar teker teker hayata geçecek, raflarda yıllar yılı tozdan görünmez-okunmaz olmuş planlar ortalığa cesurca serilecek? Hem de tek bir şüphe ve bir o kadar da çekiniklik olmadan bu sefer geri dönüşsüzce bir ok gibi hedefine koyulacak.
Kendimden ve yapabilirliğimden emin olabilseydim belki görünüşte ve lafzedilende değişiklik olmayacaktı ama rahatlıkla söyleyebilirim ki kalbimi saran heyecan ve hevesler kadar korku da var; yine göt üstü oturmanın, yine kalakalmanın ve raflardan dökülen tozlara ölü toprağıyla kaplanır gibi bulanmanın. Buna evvelsindeki yaşam heveslerine rağmen acemiliğinle ve yabancılığınla onca kalakalışları, heva ve heveslerin kursakta düğümlenişlerini katınca hele o geriye rahatlıkla kaykılan gövdenin, kendinden emin ve hazla gülümseyip diklenmelerin ve salınmaların yerine infaz öncesi son keyfini çatanın acıklılığından başkası kalmıyor.
Korku belki de kendini seyredememenin korkusu. Yüzleşmeye hazır olamamanın korkusu. Öyle ki bedenini de psikolojik bütünlüğünü de o tüm şaşaa ve şirinliğine rağmen ne heybetini ne de naifliğini tadamazcasına artık-nicedir hissedememenin, şikayet etmek dışında eyleme geçmediğini ve geçemeyeceğini bilmenin getirdiği bilinçle küçümseyip yok saymanın ve bununla, bu bedenine-kendine yabancılaşmış halinle yüzleşememenin korkusu. Öyle bir karabasan ki bu değil sıçramak elini oynatsan, parmağını kıpırdatıp kolunu uzatsan o tüm kabus sahnesi dağılıp ortalığı-yerini gülistana bırakacak. Ama işte bir kabus bu, bu haliyle bile insanı çökertiyor. Hani bunu ve kabusluğu-getirdiklerini kabullensen bile devam etme ihtimalini kaldıramıyorsun ki. Ya şimdiye dek yaşanan ve hissedilenler sadece vehimse ve girizgahtan başkası değilse? Esas kabus, bunun bir kabus değil de gerçeklik olduğunu fark etmekse? Böyle bir riski kim alabilir? O riski almaktansa bu uyuşukluğa, uyuşup bilinci-kendini kaybetmeye, yüzleşememeye razı olunmaz da ne yapılabilir?

GİRİZGAH /

1. Tatlı Bir Düş (dış ses)
Bir daha görememekten yahut gerçekliğini kaybetmekten, hani en azından görülmüşlüğünü-vakıalığını bile muhafaza edememekten delicesine korktuğum bir rüyadan uyanmış gibiyim. Eğer kendimi ikna etsem gerçek olamayacak denli güzel olduğu için karşımda duran bir rüyadan başkası olmayacak. Oysa ben değil rüyamdan emin olmayı ve onu bir vakıaymışçasına heybemde taşımayı bizzat gerçekleştirmek istiyorum. Ama bir düşün peşine düşmek ve onun gerçekdışılığına rağmen olabilirliğini yoklamak-istemek o denli zor ki. Hele bir de onu gerçekleştirmeye kalktığımda tümden kaybedersem korkusu. Değil mi ki o bir öylesine gelenden, alışılagelenden-rutinden istisnadan başkası değil, harekete geçsem onu muhafaza nasıl ederim? Hani bu rüyayı muhafaza ve tekrar tekrar yaşama isteğini “hayal kurmama hayali”nin açmazından kurtaracak olan ne? Böylesi hayali bir şey mi bu dilediğim? Ve bir o kadar da şimdiye dek yaşananlara halel getirmememi, bari onları olsun kaybetmememi, unutmamamı sağlayabilecek şey ne? Bu kısır döngüden kurtulmanın yolu bu rüyanın, hayalin peşine düşmek mi yoksa bunun düşlülüğüne ve hayal oluşunu kabullenmek mi? Eğer peşine düşsem onun kendiliğinden gelişinin büyüsünü bozmuş, yapaylığa itmiş olmaz mıyım? Ve ben nasıl olur da bunun uykuya dalındığında, bilinç kaybedilip kendin oluş yitirildiğinde yaşandığını kabullenebilirim? Sahiplenip sahiplenmemek arasında sıkışıp kaldığım bir düşten uyandım ve batmış kıymığı çıkartır gibi bir yandan acılar içinde etimi ve yüreğimi dağlıyorum bir yandan da ucundan-kıyısından yakalar gibi olduğum gerçekliği kaybetmemek için, belki de-şansım yaver gider de devamını bile sağlarım diye hamle üstüne hamle ediyorum. Bir an evvel uyanıp-ayılmalı ve kendime mi gelmeliyim yoksa mayışıklığa ve uyuşmuşluğa kendimi daha bir mi salmalıyım?
Ama bir rüya bu nihayetinde, benden en az gerçekliğinden uzak olduğu kadar uzak.
Ama bu bir parçam, beni alıp sarmış ve kaybından delicesine korkutmuş.

2. Kabus (iç ses)
3. Yol (gerçeklik)

24.09.2007

Köy Meydanında Yürüyüş

Bakışlar üzerindeyken ve değil o an sokakta attığın adımlar, beher adımın-hareketin ve yaptığın bile çoktan onlara malum olmuşken sen zaten geriden başlamak ve gelmek zorundasın. Kurduğun ve kendini hapsettiğin o küçük dünyanda, masalsılık masallarıyla kendini kandırmaya devam ederken izlenmekten kurtulma şansın olmayacak hiç. Hele ki o “izlenmenin büyü ve keyfi”ne ise istersen girme hiç. Eldekilerin bile hesabını veremez ve haddini bilmezliğine yanarken bunun altından hiç kalkamazsın. Önünde kalmış on beş-yirmi adımı daha böyle, yapageldiğin haliyle usulca ve sessizce, başın önde ama sanki derin düşüncelere dalmışsın gibi, hani dalsan da çıkabileceksin gibi devam edebilsen-sürdürebilsen sorun olmayacak belki de. Fakat işte bunu yapman demek zaten kendini akışa bırakman ve eylemeksizin eylemen ve eylettirilmen anlamına gelecek. Kimselerin seni anlamamasını istediğinden mi yoksa köy-şehir arasında ikisine de aidiyet duymamaksızın kalmandan mı bilinmez sessizlik ve suskunluğa mahkum gözler önündeki seyrine ve yoluna vereceksin kendini. Hem de kısıldığın kapanda aymazlıkla “zaten neyimi anlayabilirler ki” küçümsemeni sürdürerek. Sahi kuzum madem böylesine eminsin kendinden de nedendir bu ürkekliğin ve geri çekilmişliğin, adımlarını adımlarının her birini binlercesiymişçesine hesap edip kaydını tutarak?
Hani çoktan “şehirli” olmuş ve köylülüğünden kurtulmuş olabilirsin. Ama bunun sade sencileyin olduğuna, kendini kandırdığına dair en büyük delil de şu meydandan geçerken eğdiğin başın değil mi? Ne kaldırıp muhatap olmayı başarabiliyorsun ne de her adımında yek diğer adımının ağırlığını ve takip edilmekten yana rahatsızlığı, ki bu fark etmekle ve idrakle gelir olsa olsa, yok edebiliyorsun. Bu vakitten sonra, tıpkı “naiflik, eziklik, hassaslık ve saflık” nevinden mavalları okutamayacağın gibi, köylülüğüne, toprağa yakınlık ve aidiyetine de kimseyi inandırmazsın. Sende ve serde bu hesap tutma telaşı olduktan sonra yazı da yar olmaz sana. Değil mi ki “mazinin kalpteki yarası”ndan yahut anı toplamaya girişmişken çeşme başını tutmuşlar gibi kendi ve dengeni ve samimiyetini kaybettin-kaybediyorsun nasıl olacak da taşlara tırnak kazımaktan bahsedebileceksin? Ama bilmez de değilim o imkan bulsan içine sızacağın ve sığınacağın yazının senin için değer ve önemini. Ah bir unutabilsen şu meydanda oluşunu, meydan geçişini ve izlenişini. Burada başlamaya kalkan çoktan bitmiş olacak da kaldıramadığın yürüyüşten ve ağırlığından da kurtulabileceksin.
Kalıplarına mahkum olduğunu bilincine varış kılıfına uydurmuş-uydurmaya meyletmiş geçiyorsun işte köy meydanından. Sana ağır geldiğini söylesen de yolundan vazgeçmeden ve kimselere duyuramadığın-aktaramayacağın tatlı ve haklı gururunla. Yoksa herkes doğru da sen yanlış olmayasın ama sakın? Sanırım bilemeyeceksin bunu hiç.

İnsanlıktan Çıkış

Sahi neydi ve nasıldı bu arzulamak? Ne yaptığımızda yahut hissettiğimizde buna arzulamak diyorduk? Bunun farkına varında doğallığımız da yok mu oluyordu? Yoksa tam tersine arzuyu arzu haline getiren bunun farkına varışımız ve şiddeti karşısında tutunamamamız mıydı?
Belki sorular devam edecek daha ama bu arzu ve arzulamak dediğimiz şey duyguysa ve insana hassa, hani yeri geldiğinde kendi benlik ve erkinden ve hatta yaşam hakkından bile bizi vazgeçirtebiliyorsa yaşadığımı hissetmem nasıl mümkün olacak? Hani eylediğimi ve olmayanı ve belki de olmaması gerekenle olmayacak olanı bile oldurduğumu mu katacağım yaşama yoksa öylesine salınmayı ve içinden geldiği gibi, duygulandığın gibi hareket edişimi mi? Bir kendiliğindenlikle ve işlenmemiş hamlığıyla gelen değil mi duygunun ve arzunun kaynağı? Başka kaynak bulmak mümkün değilken buna müdahalemi nasıl açıklayabilirim, hangi gerekçeye sığınabilirim? Madem ki bu denli bir hassasiyet ve naiflik söz konusu buna idrak yahut bilinçlenmeyle yaklaşmam bile onun esenliğine zeval getirmez-zarar vermez mi?
Hem hadi geç bunları yahu. Sen insan oluştan ve insanlığını hissetmekten bahsedecektin bana. Oysa şimdi bir karmaşayı tutturdun gittin. Basit olması gerekmez miydi bu işin? Bu kadar karmaşa ve zorlanmaya iç girmeksizin-gerek duymaksızın akıp gitmek değil miydi yaşamak? Hissettiğini yakalamak ve bunu da yaşam üzerinden gerçekleyip-gerçekleştirip başkaca mihenk taşına ve denetim mekanizmasına ve onanma, teyit edilme ve kayıt-idrak işlemine gerek duymaksızın yola devam etmek değil miydi insan oluş?
Neydi ve nasıldı bu arzu ve arzulamak. Hani ya bulsam bir tanesini veya hatırlayabilsem yaşam heybemde evvelsinden yerini almışlardan bir tanesini sorun kalmayacak hiç. “Evet” diyeceğim, “insan olmak böyle bir şeydi”. Fakat elde örneksiz ve destek ihtiyacıma kızgın yakalayamaya çalışıyorum vaktiyle olduğum-hissettiğim şeyi. Kim bilir belki de ne vakit ve ne şartlarda insanlığımı yitirdiğimi bile görme şansım olur. Yeter ki nasıl işlediğini hatırlayayayım yahut bir bulayım.
Nasıl hissediyordum; hissettiğimi nasıl hissediyordum; kendime hep mesafe mi koyuyordum yoksa mesafeyi mi görmezden geliyordum; kendimi ve hislerimi ve haliyle insan oluşumu uzakta tutmadıysan nasıl oldu da hatırlanacak malzeme beklentisine düştüm; yazının kendisi gibi yapaylıktan kurtulsam ve susmayı başarsam arzu sarar mı beni; şöyle sağlamca bir dayanak bulsam, olmadı edinsem Mevlana pergeli misal diğer yakamı-çizmeye meyilli kalemimi sarkıtabilir-uzatabilir miyim; kendim olabilecek miyim, olabileceksem de bir başkasına ihtiyaç duyacak mıyım; arzumdan arzulamak adına vazgeçebilecek miyim…
Canınız çıksın sorular, sanırım insanlıktan çıkardınız beni.

23.09.2007

İki Yol Ortasında

“Her zaman bir üçüncü ve daha fazla yol vardır.”

Dört günlük bir tatil. “Kendim olma”yı hissettiğim, yakaladığım ama nedense bunun için de bir tatile gitmemin, kendi rutin ve düzenimden uzaklaşmamın ve hatta-handiyse “kendinden” tavizler vermemin gerektiği bir dört gün. Kutsanış, ululanış, önem veriliş kadar insani sıcaklığın-ilginin elde edilişi ve fütursuzca-hesapsızca akıla gelenin duraksız dile dökülüşü ve bunların gerisindeki “kişisel esenliği sağaltma” belli ki tatili tatil kılan. Değil mi ki olduğundan ziyade olduğunu düşünüp hissettiğinle salınış hasıl oldu tavizlerin ve rutin dışılığın ne önemi var? hem zaten rutin dediğin nedir, şaşmazım dediğin nedir? Öylesine bir salınışta dört günlük şekilleniş. Bir ayrı mecrada akış demek ki biriken tortu.
Bilmem ki düzen dışılığın içinde, hani dört günlük tatili kırk vakitlik süreye tamam edip-uzatıp devam etmek, bir ayrı rutin kurmak mümkün müdür? Eğer ki bir başka türden “kendin oluş” kısa süreliğine de olsa sağlanabildiyse acep bu bir başka türü, hani düzensizlik düzeni nasıl kurulabilir? Ve öncesinde bu mümkün müdür?
Tavizin bahsi de buradan çıkıyor olsa gerek. Bir “sabitlik” zaten söz konusu değil ve olamazken buna tutunma çabası ve hatta tutunurmuş gibi davranma komikliği böylesi bir deneyim yanında çok sönük kalıyor. Fakat bu sönüklük tatil dönüşü iş başı yapan-ödevlerinin başına geçen aymazlığında bir hazzetmeyiş, vaktiyle olduğuna lanet ediş değil. Birbirinin muadili ama bir o kadar da biri yek diğerinin yerini tutmaz bu iki şekilleniş karşısında, pazar tezgahında aynı fiyata yan yana serilen iki ürünle karşılaşmışçasına durduğunda eğer ne istediğini bilen bir tüketiciysen sorun yok hiç; karar mekanizmasını ayrımı olmayan seçenekler arasından “beklenti”ye uygunlukla işletmek mümkün. Ama ola ki ne istediğini bilmezsen de dostum işin zor doğrusu. Zira tatille işbaşı, rutinle düzen dışılık arasında seçimi cebredecek, zorlamayı bırak işini-öylesi şekillenmeyi kolaylayacak bir mihenk taşından bile bu sefer yoksunsun.
İşin bir başka zevkli-tatlı kısmı ise “gözler kapatıldığında yok sayılmak istenen dış gerçeklik” de bir o kadar gerçekliğini muhafaza etmede. Ve seçimi etkilemeksizin şartları-idrak ve erk dışılığı inşa edip döşemede.
Velhasıl iliklere işlemiş bir rahatlıkla ve hazdan kamaşmış dişlerle tatil dönüşündeyim. Ola ki bir fark inşa eder-yakalarsam (yahut çok az ihtimalli olsa da bana buyurulmasını sağlarsam) kırk vakit daha gittiğim tatilden dönmem. Dahası düzen dışılığı bu denli güzel kılan…
İlh.

17.09.2007

Vakit Sıkıntısı

Nakde henüz çevrilmemiş olsa da döviz bürosu kuyruğunda bekleyenlerin acemiliğinin işi olsa gerek bu. Hayır; bunu derken kalifiyeliğe ve onun getirdiği ‘görev bilinci”ne, hani bir başkasındansa o kişinin el atıvermesiyle işlerin Musa’nın asasını görmüş Firavun yılanları gibi dağılıvermesine değil sözüm. Öyle anlar ve durumlar oluyor ki öncelikler ister istemez belirleniveriyor da kişi emek/sonuç nispetinde azami verimlilik için uğraşır hale geliyor. Zinhar sözüm olamaz zaten bu dişli çarka laf etmeye; ne mümkün. Derdim bazı bazı benim de ora dahil olmaya başlamamdan yana. Hem de hala ve henüz “kendi küçük dünyam”da ifşaat ve icraya devam ederken. Öyle büyülü bir kuyruk ve işlem ki bu albenisiyle insanı kendini bilmez-hissedemezcesine sürükleyip götürüveriyor. Hem de keramet artık kişide bile değilken. Ne bileyim iki söz açılıyor da doğururken nice sancılar çektiğim, an be an ilk nefes alışına dek sıkıntılarına gark olduğum öylesi bir kelam beride dururken onun canlandırmasını ve göç yollarını karşımdakine aktarmada bazı yorgunluk hasıl oluyor bazı aynı heyecanı bulamamanın sıkıntısı. Aslında, hani sıçtığım bok orada tazeliğiyle duruverirken bir yenisini ıkınmak zor geliyor bana nihayetinde. İşte tam bu noktada derde düşüyorum zaten; demek ben de bir “performans” tutturmuşum da “emeğime saygısızlıktan” dem vurur olmuşum. Değil mi ora baksa görecekken tembellik ve bir o kadar da kadir bilmezlik ediliyor. Ve kahkaha da burada patlayıveriyor ya; “Kuzum ne oldu da bu payelere bürünüverdin? İnsanlığın uç beyi olup özellik ve meziyetlerinle vaktini çalınmaz, kolaycasına sarf edilmez kıldın?” İster istemez insanın “Dur yahu az iki soluklan da nefes al; bak dünya ne denli geniş ve senin aşılmaz bellediğin surlar-duvarlar bu enginlikte ne de önemsiz, kırılıverir. O bellediğin ezberler ne şaşılası, geçilmez ilanladıkların ne aşağılanası.” diyesi geliyor da bir kahkaha, olmadı bir tebessümle susuveriyor.
Sanki mesele iki yerde çakılı; kişinin kendine biçtiği paha ve onu yek diğer(ler)ine yükleme çabası. Oldu da içinde pürüz çıkmadı ve alasından etraftan ses de çıkmadı; ne gam. Yürü git, şu ömür dizgesinde vaktin fazlasıyla kısıtlı.

Gölgeler, Gölgelenmeler

Kendi şapkasının gölgesinde, kısıtladığı-sınırladığı dünyasında yaşayan olmama isteği elbette mazur görülebilecek ve hatta gerekli kılınabilecek bir şey. Öte yandan hangi merciye olursa olsun havale etmeksizin ve bir o kadar da kendine tevcih etmeden anlam ve mana bulma arayışında öksüz kalmaksızın yola devam kudretini bulabilmek ve arzulamak da. İlk akla gelen “aklı” yoğurmak ve bir o kadarda yorup bir eser hasıl etmek oluyor. Hele ki bunun kabul görmüş bir ‘gelenek’ çerçevesinde, sığınağında yapılması eylemin tadını yenmez kılıyor. Lakin bu, her şeye karşın “merciye havale” ve “kendine tevcih” etme kısmını boşa çıkartabiliyor değil. Zira bu eylemeyi dayanaksızcasına kılmaktan pek de ötelere götüremiyor bizi. Ki bunun zaten bir başka karşılığı da “sinelerde makes bulmak” değil mi? Kendisinin dahi gölgesinde kalmamayı yegane kıstas kılan için, eylemenin acısını acep hangi mecrada dindirilebilir ki? Elbet “eylemenin” eylemsizlikte dahi geliveren o büyülü yapısıyla ona, hayata ve akışa, yer-yurt ve hatta karşılık bulmaya karşı durmak olanaklı değil. Zaten başına taktığından rahatsız olan için ulaşılmak istenen bir nefeslik alandan başkası değil. Hem de bir o kadar karşılık bulmalar ve sırt dayamalar esas göz korkutur ve çetincesine mücadeleleri vaat ederken. “yaşam şartlarından ötürü” kendi benliğine ve kimliğine hapsolmuşun belki de avluda volta atma …
ilh..

11.09.2007

camaçık III

Bana bir itiraf yeri ve bir o kadar da nev’isi farklı varlık alanı olsun istedim bu yer. Şu hayat mezbelesinde ve sürüklenişinde kişisel tarihçeye mim konulsun, unutulmamasından ziyade yaşanmışlığına ve bir zamanlar ki gerçekliğine hürmet edilsin istedim. Hem böylelikle boy aynasında kendimi görmek ve sevdiğim-söyleyegeldiğim “ne gülüyorsun, anlattığım senin hikayen” beylik lafını en yüksek perdeden esas söylemem gereken kişiye karşı haykırmak ve hatırlatmak istedim. Hani “büyük amaç ve hedeflerim” yoktu diyemem ama bunların “var olma” zemininde ‘birey”lik taslamanın ötesine geçişine de zinhar rastlamadım. Olmaktansa ‘berduşluk, had bilmezlik ve sorumsuzluk”la itham ve hatta bunlara düşmek pahasına pişmek ve hamlığı tercih eden benim için, “hamdım, piştim, oldum” teraneleri ise şükür ki çok uzak benden. Umuma açık meyanda şahsiliği dillendirmenin yersizlik ve saçmalığını ise bir yere kadar göğüsledim ve hala anca bir noktaya dek gerekçelendirebiliyorum. Lakin, işte bir şekilde kervan nicedir yolda ve kör topal mesafe kat etmiş durumda. Veyletmekten ziyade az biraz gururlanır, daha çok da heyecanlanır haldeyim. Ne de olsa kiriyle pasıyla bir seyir imkanım ve nerede ne halde oluşumu, geçmişiyle beraber hatırlatanım var. Daha çok da eldeki senaryo parçalarından ilerisini çıkarmaya heves ettiren ‘merak’ım.
Uzun lafların dillendirilmemiş sırları öncesi, uzun lafın bir başka kısasıyla bu mecraya “şahsi varoluş sürecinin-sürecimin bende bıraktığı izler ve ziyadesiyle yaralar” demek yanlış olmaz sanırım. “Demek cesareti”nin ve “eylemek şiddetinin” gündelikte dile getirilemeyecek yas tutmaları belki de. Gariptir; bir buçuk sene evvelsi ilan edilen “(onulmaz) ergenliğin sonu” yine dile dolanmış ve “olsa olsa süreç şimdilerde tamamlanmıştır”la avunulurken içeriğe dair itiraf ve kabullenişim de içerikten bağımsız ve “kısa cümleli” ve “hedefe yönelik-kolayca anlaşılır” olamadı. Hani yeterince vaktiniz ve sabrınız varsa, ne der bu çocuk merakına kendinizi kaptırdıysanız aslında bulacağınız “kendisi olmaktan yana bunu dert edinen”den ve bunu yarı isteyerek yarı ‘eli kalem tutarlılığının cambazlığa bulanmasıyla”, yazı işçiliğindeki stajını tamamlamadan servise çıkan genç heveslisinden başkasını bulamayacağınız kesin. Hem de “yahu yazmam için bir terbiyeden ve tornadan geçmem gerek ama buna da ne cesaretim ne de isteğim var” demeyi, tıpkı “geleneğe dahil olmak istiyorum ama bunun gerekliliklerini ve benden beklenen şartlarını sağlamaktan yana da yetersizliklerim var” demekte olduğu gibi itiraf etmekten-söylemekten delicesine kaçan bir hüviyetle.
“İtiraf”ının hala arkasında olan ve “hayattan kam almaya gelmişliğini” gizlemeden bunun kişide ne incinmelere ve hislenmelere yol açabileceğini de görmek isteyenin seyir defteri bu. Bakmasını bilen için tıpkı kendisinde de bir nev’ini görebileceği gibi.
“Ne gülüyorsun bu anlattığım senin hikayen”..