19.09.2006

üçkağıtçılık

Behey masallar okuyup en başta kendini, dahası sana inanan çevreni uyutan ve kandıran şarlatan; hele otur bir yanıma da iki dinle sözlerimi!
Hiç mi hiç itirazım yok kendine inanmana ve payeler biçmene. Ve bunlardan güç alıp ortalarda salınmana. Salınmalısın elbet er meydanında tüm vakarınla. Hele ki hak ediyor olmadı en azından bunu kendine layık görebiliyorsan. Ve istediğince-gönlünce eğ boynunu sonrasında, hem de kurbanlık koyunlar gibi. Eğ ki anlaşılsın yeri geldiğinde havale edebilirliğin.
Yok bunlara elbet bir sözüm. Güven de senin eserin güvensizlik de.

Benim derdim önce “oyundur baştanbaşa bu oynadığımız ve tat gittiyse damağımızdan ancak ‘oyunun oyunluğunu haykırarak’ ve çıkmamaya direnerek getiririz kaybımızı geri” deyip sonrasında gönlünce buna ve şartlarına sırt çevirmenden yana!
Benim derdim “kıldan incedir icabında” deyip uzatmışken boynunu cellada tek gözle de onu kontrol etmenden, dahası bu yetmezmiş gibi her hamlesinde ürküp gerisin geriye kaçıvermenden yana!
Madem diyorsun “sıfatlar gölgelerken bizleri ne işim olsun onlarla”, nedendir dikmen gözünü mevkilere-sıfatlara? Ve esasında neden yana hayıflanmaların? Daha evvelsi gün yemişken şamarı da zorla öğretilmişken sana “yalnız insan manifestosu” hala neden çırpınırsın ulaşamadığın-kovulduğun konaklardan limanlardan yana?
Ne yani, “bakın ben kendimi ne kadar da biliyorum”a sığınıp salınırken iyi de her şey o salınışının da aslında bir meydan okuma olduğu, en alasından sıfatı bayraklaştırmak olduğu hiç mi gelmiyor aklına? Madem diyorsun “hatadır bir yerlerde bulunmak, dahası buna güvenip-sığınmak” nedendir bu kapak atma-sığınma telaşın?
Bir de utanmadan diyorsun ya hani, “geçici sığınağım olacak bu benim, sellerden ve sağanaklardan yana”. Be hey gafil nasıl olur da meylini göremeyip onu yılmaz kalen addeşini yok sayarsın?
“Ama benin kendime güvenim yok hiç, sığındığım konaklarda bile uyuyamamış ve dinlenememişken yeterince nasıl olacak da bu kör karanlık ve yalınlıkta bulacağım yolumu” teranesine, “bir seneyi denetsiz-kontrolsüz atlatamam” saçmalığına girme hiç. Eğer ki yalnızsan bu yolda, sana önerilen rehberliği ve yol göstericiliği neden kabul etmekte zorlanır da burun kıvırmaya kalkarsın?

Benim sana demem odur ki ey gafil; çıkmaz sokak değil bu karşılaştığın engel. Eğer ki azminden ve sebatından yoksa şüphen korkma bu özgürlükten. Olsa olsa bir fırsattır bu kendini bilmen ve eğitmen yolunda. Alış artık bu yalnızlığa ve sıfatsızlığa. Yeterince direnirsen eğer o zaman sırtını dayarsın da o geri çevrildiğin geleneğe kurtulursun bu yersiz-yurtsuzluktan ve sıfatsızlıktan. Ve şükret ki kaybettiysen de yolunu terk etmedi yol göstericilerin seni. İşte sana fırsat belirlenmiş yollarda ve mevzilerde bebeler gibi koşturup durmaktansa vur kendini dağlara ve yamaçlara.
Evet, ya yürümeyi öğreneceksin artık ya da düşüp kaybolacaksın uçurumlardan.
Şimdi bir parça sessizlik..

üç parça

Eskilerden bir kartal günü; her şeyin üst üste geldiği beni hepten bunalttığı bir gün. Dahası o lanet cumalardan, hani o pencereden önce evcilerin ve servislerin hızlıca, sonrasında da yatılıların sırtlarında çantalarla yavaşça dağılıp gittiği cumalardan birisi. Boş binaya ve sınıfa sığındığımda kulaklarımda çalan parça; “sabır/göksel”. Hayat biraz daha güzel ve çekilebilir mi ne?
Mülakat öncesi. Görece içim rahat ve etrafımdakilerin gerginliğinden eser olmasa da hayatın önemli aşamalarından birisi geçilmek üzere. Sabahtan beri bekleniyor, açım-yorgunum ve her çıkanın yüzü bin parçayken sonunculuğumla beklemedeyim. Neyse ki son kişilerde etraf tenhalaşıyor ve müzik; “nothing to fear/depeche mode”. Altı yahut yedinci dönüşünde omzuma bir dokunuyor; “bekliyoruz”. Toparlanıp korkmadan ama çekinerek giriyorum içeriye. Ve çıkıyorum üzerinde çok da düşünecek bir şey bulamaksızın. Bant kaydı öncesi ve sonrasında da aynı melodi tınlıyor kulağımda; o hep korktuğum açık denizin ortasında bu sefer emin ve güvenle, uzandığım tahtada rüzgarı ve dinginliği hissediyorum sadece; “korkma ve salın öylece”.
Hiç gitmediğim, gittiysem de hatırlamadığım bir yerlere sonunda meylediyorum. Beykoz yolunda takılıp kalıyor ve ilk beşlemeyi tüketiyorum; “bonzo's montreux/led zeppelin”. Henüz gelmiş, keşfi bile bitirmemişken okula çağrılıyorum nedenini bilmeksizin. Bir saati aşkın süre boyunca Bonzo’nun sihirli ellerine teslimim. Ancak iki kişinin kurtarıldığı kaza sonrası, acı haberi mi yoksa taburcu edilişi mi duyacağını bilemeyen kazazede yakını ürkekliği ve telaşında,
“doktor
geldi
gelecek
gelmiyor
hele
son
tahliller
de
gelsin
tamam
sizi
sıkıştıracak
araya
nereye
kayboldu
bu
asistan”
hengamesinde aynı yere sığınış. “Şimdi olmadıysa da gelin arka bahçemizde oynayın, bir dahakine de konuğumuz olun ama bak” daveti ve temennisinde de tek arzum aynı istikamet. “Hiçbir şey düşünmek ve hissetmek istemezken delicesine duygu ve düşüncelere salıyorum kendimi. Bu diyar çekindiğim-korktuğum yer değil, aksine bilmediğim-tanımadığım bir ara bölge sanki. Fasılalarda bir titreme-kendine geliş ve tekrardan ve tekrardan yasaklanmış meyvelere hücum ediş.”