Nihayetinde uğraşlar ve şekillenmeler nasıl olursa olsun bir kimseye sorulacak yegane soru bu olsa gerek. Hani illaki bir hikaye yahut amaç veya derdi gütmeyi zorunlu kılar bir soru da değil bu ama. Eğer sorulmak istendiyse, sorulası bir durum hasıl olduysa ancak devreye giren ve sairlerini ziyadesiyle yok sayar bir şekilde, kişiyi kişi olarak ele alabilmek için yegane yol olarak beliriverir. Öyle bir cevap-lar dizisine yol açıyor-veriyor ki o anki uğraşın yahut tümden kişinin hayatının hikayesi ortaya seriliveriyor bununla. Bir metine sorulması da en azından o denli metni ele veriyor. Ve akabinde her tür insani yapıya. Çünkü insansılık dışında kalanlardan yana sözümüz pek çıkmasa, eminliğimizden yana tartışmalar binlerce yıldır devam etse de en azından ferdi oluşumlarda bambaşkaca dertlere de kaynaklık edebilir “bir dert”ten pay alındığını ve pay alışın-alınışın ortaya serilişini görebiliyoruz. İşte sorunun amacı da bu esasi yapıyı deşmekten-yakalamaktan başkası değil.
Fakat zorunluluğu bir kenarda bırakmak da ayrıca güç. Bu kadar aydınlatıcı ve ele verici soru karşısında insan bazı soruya gereğinden çok takılabiliyor. Hele ki akışın güzellemesi yahut anın tadı çıkarılası bir noktada bu gerekliliğe takılmak ne cevabı verdiriyor ne de yakalanan imkanı yaşattırıyor. Aynı şekilde karşılanın soru-n-suzluk, elbette bu takıntı ve kişinin kendinden tereddüdüyle alakalı olarak, sanki ona yönelinmemeli şeklinde algılanıyor. Nirengi nokta ise ferdin derdi olmadan eyleyememesine rağmen an yahut ömür nispetinde bunu kendine açık etmeyebilmesinde. Buysa herhangi bir aymazlık yahut kendini bilmezlikten çok ötelerde insani yapının oluşturulduğu kadar tabiiyete mahkum olmasıyla fazlaca alakalı. Ki sadece bu tabiiyet değil bu duruma yol açan. Aynılıkla kişinin kendini kendisine unuturcasına yaşam güzelliğine ve güzellemesine kendisini teslim edebilmesi apayrı bir maharet. Analize tabi tutulduğunda yakalanası bir şeylerin olması ve yapıya da bu “şey”in kaynaklık etmesi en azından bu iki yaklaşım ve değerlendirmeyle köken rabıtasının kurulmasını saf dışı bırakabiliyor.
Öte yandan bu soru sorulduğunda verilecek cevap değil malumat yığınını bilgi gerekliliğini bile dışarıda tutabiliyor. Sadece alınası bir parantezden yahut an’ın çok daha ufacık bir anından ve bir o kadar da kişiye, uğraşa, şekillenişe dair fikir yokluğundan-yoksunluğundan bile kişinin kişi oluşundaki o esas dert yakalanabiliyor. Bunu yakalayabilmek de bir ayrı maharet olsa gerek. Tıpkı bir metne göz gezdirmeyle metne kaynaklık eden yaklaşım, gerekçe yahut bizim metnimizin deyişiyle derdini yakalayabilmenin mümkün olması gibi. Fakat buradaki en büyük engel ise, yine insani yapıda şekillenir önyargı ve işlevselliği. Zira derdin ne olduğu yahut olmadığından yana yapılası bir ön-yargı ile muhataba atfedilecek değerlendiriş ya isabetliliğiyle karşılık bulmuştur yahut isabetsizliğine ve muhatabı yok saymaya rağmen bir inatla devam edildiği takdirde sorun çıkartmamıştır. Bu aşıldığı takdirde kişinin, derdi yakalayanın kendisine ve derdini yakaladığına hesap vermesi yahut içtenlikle hesabını sağaltmak istemesinde bilgisizlik zemininden dolayı bir şüpheye yol açabilir. Her şeye karşın soruyu sormak ve cevabı almak bazen ufacık bir analizle bile mümkün olur da insanı yahut insani yapıyı, hani nerden gelinip ne halde olunduğunu ve neye meyledildiğini aşikar ediverir. Yeter ki soru uygun noktada ve uygun tonla ama çok daha elzemlikle yeterince merakla seslendirilsin.
Tüm bunlara rağmen kendi derdimi bilmezliğimle ve ancak bulabildiğim cevaplarımı elememle yaşam akışı neler getirirse getirsin yahut ara süreçlerde hangi dertler beni değişik uğraş ve şekillendirmelere götürürse götürsün karşılaştığım beher kişiye ve insani yapıya bu soruyu sormadan edemiyorum. En azından kendimi ve derdimi yakalamam konusunda bir parça da olsun yol alabilirim umuduyla. Ve hatta yaşamımın ana gayesi haline getircesine.