28.12.2007

Yalancı Çoban

Belki de söyleyecek hiçbir şeyi olmayan ama söylemeden de duramayan bir kimsenin sayıklamaları bunlar. Umudun had safhaya ulaştığı bir anda beliriveren ve kovmakla yahut başkaca bir çabayla da gitmeyen bir ümitsizlik halini mevcut durumun nicedir devam edişine ve defaatle ikrar edilişine binaen artık dile getiremez halde oluş. Öyle bir hal ki bu, bahis için ancak o durumdan bir nebze olsun uzaklaşmakla ve kişinin kendini seyriyle seyrine davet edebilmek mümkün. Oysa hal devam ederken bir tanıdık yahut halden anlar bir kimseyi bulması o denli zor ve güç ki. Zaten öylesi bir kimse bulunsa bile mevcut durum devam ettiği müddet nasıl olacak da ona aktarılabilecek? Ya mevcut durumun değişmesinden yana çaba sarf edilecek de anca o geride bırakılıp bahsedilecek yahut susmanın mümkün olamadığı bu meyanda halden bahis için kıvrım kıvrım kıvranılacak.
Meseleyi baştan çatmak ve “rahat bırakın beni kendi köşemde” demek de kurtarıcı olamıyor burada maalesef. Sığınılmış yüklükte bir aşina yüze hasret misal beklemekten, hani gelecek kimse yokken bile kapıdan yüz çeviremeden başka çıkar yol da yok ne yazık ki. Oysa yazıklar edilen kişinin gelişleri ve geliş yollarını baştan tıkamasından başkası değilken hem de. Demek mesele gelenin gelmeyişinde değil de bizzat “geliş”in kendisinde olsa gerek. Değil mi ki gelesi tutulanlardan yana yüz çevrildi de bunun üzerine bir de utanmasızca yüzün geri bakakalındı ne demeye bu bekleyiş? Ama işte zaten başlangıç da tam burası; gel demedikçe kimselerin gelmeyeceği ve dahası gelme dedikçe kimselerin gelmeye devam etmeyeceği bu arenada bir orta yol nasıl da bulunacak?
Öte yandan gerçekliği oyuna kurban edercesine bu ciddiyetten uzak seyirde kişinin yaprak dahi kımıldamayıştan esef duymasında ne denli hakkı var? Fakat oyunun oyunluğu seyrinde cereyan eder bu sürüklenişte kimseye git yahut gel demek zaten mümkün değilken ve güldüremeyen bir güldürüye ve temaşaya inatla devam edişte nasıl olacak da gelmelerin ve gitmelerin aslen gelmemelerin ve gitmemelerin bir aksi olduğu nasıl duyurulacak?
Ama esası bu garip oyuncu oyununu sürdürme gayretini nereden ve nasıl bulacak? Hem de sürüsüne saldırır yabanileri defaatle ilanlamış ve bu çağrıların asılsızlığına da en az muhatapları kadar kendi de şaşıp durmuşken şimdi gözüyle gördüğü, ensesinde hissettiği nefesi nasıl olacak da aktarabilecek? Hani aktarsa dahi sinelerde nasıl makes bulacak?
Belki de sorun işte bu yüzden çağrının ve beklentinin kendisinde. Sürüsüne yetemeyen ve onu saldırılardan koruyamayan çobanın, bırakın yalancı oluşunu ve olabilirliğini, çobanlığından ne denli bahsedilebilir ki? Lakin gelin görün ki sürüyü tek başına idareden yana kifayetsiz ama bir şekilde emanet de sırtına yüklenmiş bir kimse bu bizim çoban da ne gütmeden yana başarılı ne de imdat çağrıcılığından.

10.12.2007

Tatmin

Evet, ana cümle değişmeden duruyor ötemde; “Yapınca ne olacak?”. Ve buna esaslı bir cevap vermeden-bulamadan eylemelerin ve eylemlerin hep hava kalacağı da aşikar. Elbette hep dahasını ister-kendisinden beklenir bir yarış atından bahsetmiyoruz burada. Öylesine ve hiçbir şey hissetmeksizin ve duymaksızın durabilmeleri, hayatın içinde beliriveren o bomboş ama sanki yaşama da bir anlam katar duruşları da en başına yazıyoruz listenin. Fakat ister ad koyma olsun ister akış nihayetinde aynı yere çıkmıyor mu? Sıfır noktası olmayan bir gidişte gidişe yön verme çabasından başka ne yapabiliyoruz? Gidişe hakimiyetimiz sıfırken hem de. Ve çemberden çıkışın yolu çemberi kapatmak yahut kırmak falan da değil. Bir şekilde “ben” büyüsüne kapılı, ben için eylemelere ve beher eyleyişte kendini yalanlamalara devam. Belki bir gün anlam ve mana geride bir yerlerde belirir umuduyla ‘ne kadar dahası o kadar şahsiyetliliğim’ deyip artsız arasız koşturuyoruz işte ve oysa geride cümle hala ve hala Demokles’in kılıcı misal ne olabileceğini sorup duruyor.
Şahsiyet peşine düşmenin bu anlamsızlığının ötesinde en az onun kadar rahatsız edici bir başkasıysa kurgulanabilirlik. Eğer ki öngörme denen bir meretle olaylar karşısında o kadar da aciz değilsek ve evvelsinden belli bir beklenti içerisinde yaşam inşasına girişebiliyorsak nerede ve nasıl bahsedebileceğiz içtenlikten?
Hani öyle bir yer ve noktada doyuma ulaşmalı ki kişi, bu kerteriz noktasını ilerleyişlerinde mihenk taşı da kılabilmeli. Lakin işte bizden dışarıda ne bir kerteriz noktası var ne de bir mihenk taşı. Önce bir kerameti kendinden menkullükle birinin, şu hayatta nerden gelip nereye gidiyorumun inşası, sonrasında diğerinin, nereye ne kadar yönelirsem mesafe kat etmiş olurumun. Bu ikisi çakışmadıkça oysa kişi öyle bir dağılmaya müsait ki. Ve bu ikisini birden kendi tatminine kurban ettikçe kişi kaybolmaya ve kendini o denli kandırmaya müsait ki. Demekliğim nihayetinde ne yapabiliriz ki bu bizim isteğimizden ve şekillendirme telaşından münezzeh olsun ve dahası kendi krallığımızı kurmak adına bu doyuma kendimizi de kurban etmeyelim? Eğer ki eylemek ve eylememek arasında bizim belirleyeceğimiz iki ölçüt dışında ve dışarıdan bir fark yaratılamayacaksa ve zaten varsayılan ve uğruna bir ömür harcanan bu uğraş nihayetinde ancak uğraşın kendisine yarayacak ve onu haklılaştıracaksa çember nereden kırılacak? Bu noktada ‘öyle bir mana ve tat buldum ki benden gayrısının da bundan tatmaması saçmalık olur’ deyip kendini insanlığa kurban etmekle ‘gözlerimi kapadığımda evren bak nasılda benim etrafımda dönecek ve istediğimce şekillenecek’ yanılgısına düşerek kendi benine sarılan arasında ne fark vardır? Dahası bu ikisinin arasında yer alacak hangi konumlanış ve gerekçe, ki gerekçelendirmenin bizzat kendisinden yana henüz hesap verilmiş değil, bizi kurtarabilecek?